enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp

Yaşanmış Efsane Köy Hikayeleri : Mantara Gidiyoruz

Günler, günleri kovaladı. Zaman adeta Karaçomak deresi gibi aktı. Biz büyüdük, çocukluğumuzun tatilleri hatıralar haline geldi. Hem de çocuklarımıza anlattığımız maceralar şeklinde. Çok az, hatta minicik süslemeler katılmış olabilir. Aslında orijinal köy tatili anılarımıza çok tatlış dokunuşlar diyelim.

Yaşanmış Efsane Köy Hikayeleri : Mantara Gidiyoruz
12 Ağustos 2023 11:33 | Son Güncellenme: 12 Ağustos 2023 11:38
A+
A-

MANTARA GİDİYORUZ

Artık Hoca köyü tatilleri babamızın elinden veya valizin, çuvalın kenarından tutup Güven Turizm otobüslerine koşturduğumuz tatilden biraz değişti. Kendi aracımızla ya da otobüsle de olsa devam ediyor. Halen daha tercihimiz Güven Turizm o kısımda değişen bir şey yok yani. Ne de olsa hemşerimiz. Asıl değişen elimizi artık annemiz babamız veya onların taşıdığı çuval değil çocuklarımızın tutması.

Bilenler yahu bize mi anlatıyorsun diyeceklerdir. Bilmeyenler için not edeyim. Hoca köyümüz 1200-1300m rakımlı bir Karadeniz köyü. Sizlerin de anlayacağı üzere köyün düz yeri sadece evlerin içi. Yeri geldi anlatayım.

Çalıştığım kurumda bir şoför abimiz vardı. Artvinli. Köylerinin ne kadar engebeli, yüksek olduğunu. Arazilerinin meyilli oluşunu anlatırken.

– Abi, sizin köyler çok sıkıntılıymış. Bizim köylerin evlerinin içi dümdüz demiştim de, o Anadolu güzelliğinde ki kalbi fesatlık düşünmeden:

– Aaah ah. Keşke bizimde biraz düz yerimiz. Arazimiz olsa demişti.

Bu anımızı da araya sıkıştırdıktan sonra devam edelim.

Çocuklarımızı, adeta Nasrullah Camii şadırvanından içer gibi Ayangilin yaylasından gelen sudan içmeleri, Ata toprağını ve akrabaları tanımaları niyetiyle, her yaz onları köy tatiline götürmeye başladık.

Çocuklar elbette harmanda koşturmayı, çayda ki göletlerde yüzmeyi, hayvanlarla vakit geçirmeyi çok seviyorlar. Bu kadar akrabanın olmasına hayret edip, herkesin bir yerden akrabamız olmasını anlayamıyorlar. İstanbul’da akrabalık ilişkilerinin çok dar anlamını, memlekette kuşak kuşak sayılarak sanki kardeşmiş gibi anlatılmasını tam oturtamıyorlar kafalarında. Çok da sorgulamıyorlar, he deyip geçiyorlar bir yerden sonra.

Bir sabah “Kahvaltı hazır dedenizi çağırın” sesi yankılandı evde.

Çocuklar ön, arka balkondan sesleniyor ama cevap yok. Büyük olanlar hemen sen beceremedin havasıyla birkaç kez de onlar bağırıyor yine ses yok. Kahvaltı sofrası ortada bekliyoruz.

Siz de hemen gaza gelmeyin. Bizde biliyoruz cep telefonuyla aramayı. O zaman cep telefonu yok. Zaten halen daha var mı yok mu çok bilinmez ama neyse.

Uzatmayalım. Babam elinde küçük bir poşet üstü başı dal parçası, pür, ot geldi. Biz kolayca anladık elbet. Evin küçük, haylaz reisi bizi beklemekten sıkılıp mantara kaçmış. Birkaç Elicek (Kanlıca), Akmantar, iki üç de Tavuk mantarı buldum dedi. Aslında önce babam bulduğu mantarları sayarken tavuk dedi. Bizim çocuklar aslan avlamış gibi dedelerine hayretlerini belli edince düzeltmek zorunda kaldık. Bu tavuk kümes tavuğu değil tavuk mantarı diye

Mutfaktan gelen kokular kahvaltı menüsüne soğanla kavrulmuş Eliceklerin eklendiğini hemen bildirdi bize. Akmantarlar da sobanın üstüne yakıştı yani.

Hepimizi güldüren soru da peşinden geldi.

-Dede, bu mantarları nerden aldın?

Malum köyümüzde bakkal yok. Manav yok. Çocukta haklı. Avcı toplayıcılıktan yerleşik hayata geçeli de çok oldu. Anlayamaması bence çok normal.

-Karadağ marketten yavrum. Dedi babam.

Çocukların market heyecanı görülmeye değerdi. Babamı da keyiflendirdi çocukların bu hali.

-Karadağ marketin yolu uzun ve çok dik ama yarın güneye ağarız oradan alırız.

Bu cümle çocuklara anlamsız geldi, çünkü biz İstanbul’da hiç ağmıyoruz. Yukarı çıkıyor veya tırmanıyoruz. Neyse birkaç soru sonrası anlaşıldı ki aslında köyde onların şeker, çikolata, cips alacakları daha önce görmedikleri için hayıflandıkları bir market yok. Güneye doğru ağmanında evin camından görünen dik yamaca tırmanmak olduğunu da öğrendiler.

Taze mantarları mideye indirirken, doğadan bir şey toplamak fikri cazip geldi. Düşen moraller yerine geldi. Farklı bir trekking yani doğa yürüyüşü planlaması başladı.

Adeta haftalık kamp yapacak gibi sular, yiyecekler, güneş kremleri, doğaya uyumlu kıyafet ve ayakkabı daha doğrusu Canik lastikler planlandı. Ertesi sabah ekip tam kadro ve teçhizatlı hazırız.

Güneye ağacak, birkaç on kilo mantar toplayacağız. Bir kısmını yiyoruz. Bir kısmını kurutuyoruz. Birazını da satabiliriz aslında, şöyle 5 10 çuvalını. Bu kadar mantarı başka ne yapacağız. He birde turşusu varmış, turşu yapıyorlarmış mantardan. Birkaç kavanoz da ondan deneriz. Dondurucular henüz köylerde yok. Dondurucu gelene kadar bu şekilde değerlendiririz işte.

Durun hemen paniklemeyin. Yazıda atlamadınız. Bu kadar mantar filan yok ortada. Biz evde balık tutuyoruz henüz. İşin aslı dağda bile o kadar mantar yoktur.

Çocuklar heyecanlı, meraklı ve yerinde duramaz bir halde ekibin yola çıkışını sabırsızlıkla bekliyor. Son doğa yürüyüşçüsü de kapıdan çıkınca, herkes payına düşen yük ile yola koyuldu.

Adeta kavimler göçü. Atalarımız gibi, yükümüz sırtımızda düştük yola. Gören taşınıyoruz sanacak. Hayır, hayalimizde ki mantarın yüzde birini toplasak elimiz kolumuz bu kadar doluyken nasıl taşırız diyen yok. Bir gaza geldik gidiyoruz…

İlk 50-60 metreden sonra of puflar başladı. En küçük çantaları almalarına rağmen, çantalarının ve ellerindeki sopaların ne kadar ağır olduğunu, bizim taşıdığımız su ve azıkların daha hafif olduğunu anlatmaya başladılar. Ya çok uyanıklar ya da küçük yaşta gözleri bozuldu.

Ellerde ki yükler biz büyüklerde toplana toplana güneye yukarı ağdık. İlk mantarların bulunması ile çocuklar heveslendi. Birkaç mola sonrası ulaştığımız bölge de daha düz en azından.

Eee mantar işi nasip işi. Heveslenmeyle olmuyor ki. İki dakika heyecanlanıyorlar. Sonra bulamayınca of puf söylene söylene bir yere oturuyorlar. Allah’tan dağ çilekleri, papatyalar filan karşımıza çıkıyor da biraz daha oyalıyoruz. Aslında bizim tek tük de olsa bulmamız onların bulamaması canlarını sıkıyor. Durmadan susayıp, acıkıyorlar.

Artık güzel bir mola zamanı geldi. Bu fırsatta yeni formüle geçiyorum. Planımı yaptım. Somun ekmeğine dağ çileği reçeli ve tereyağı sürüp yedik.

Evde olsak burun kıvırır, mızıktanırlardı. Şimdi kapışıyorlar. Karşımızda Karadağ ve çiftlik köyünün manzarası eşliğinde serin dağ esintisi ve çam kokularını içimize çekerek dinlendik. Tekrar ümit doldu içimize ve yola koyulduk.

Aslında mantar bölgesine de yeni geliyoruz. Asıl ocak dediğimiz, mantarın yoğun ve bir arada yetiştiği kendine has yaşam alanı buralarda başlıyor.

Ben de az önceki bıkkınlıktan ders aldım. Çünkü onlar şikâyet ettikçe benim de hevesim kaçıyor. Anın tadını çıkaramıyorum. Mantarı tespit ediyorum. Ama toplamıyorum. Hemen yanında ayakta durup ıslık çalıyorum. Çok beceremiyorum, daha çok üfler gibi sesler çıkıyor. Çocuklar uyanık, işi öğrendiler. Ayakta sabit duruyorsam ve bir ayağım otları aralıyorken ıslık gibi de sesler çıkartıp gökyüzüne bakıyorsam hemen koşup geliyorlar.

Nasıl bulunmuş olursa olsun. Çocuklar kendi bulmuş gibi seviniyor. Toplarken bir dikkat ve özen inanamazsınız. Bilirsiniz Elicek mantarını toplarken altına elinizi sürerseniz adeta küflenir, o kısımda renk değişir. Bunu da duyunca cerrahi operasyon yapan tabip gibi davranıyorlar mantarlara.

Hele bir de ocak denk gelir de benim gösterdiğimin yanında kendileri de birkaç tane daha bulursa nerdeyse yuvarlanacaklar dağdan aşağı. Öyle sevinip hoplayıp zıplıyorlar.

Öyle hayal ettiğimiz gibi ton ton mantar bulamadık. Bir iki öğün yenecek kadar bir de sac ekmeğinde yememizi sağlayacak mantarı ancak topladık. Turşu yapmak, kurutmak ve satıp parasını harcamak başka bir köy tatiline kaldı.

Öğleden sonra köye yorgun ve aç olarak döndük. Hadi biz çocuklar yiyor diye az az yedik de bu koca somunu yiyen bebeler nasıl hala aç anlamadım bir türlü?

Üstümüzü başımızı temizlerken, sobanın üstüne dizdi babam Elicekleri. Onlar atılan tuzla sulanırken bende üzerimi değiştireyim diye alt kata indim. Çocukların sesi dikkatimi çekti. Heyecanlı ve müthiş bir enerji ile birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar.

Merak edip azcık üstümdeki otları onların kapı önünde temizlemeye karar verdim. Çorabımdan başladım ki kapıdan eğilince daha net ses geldiği için değil, sadece çorabımda diken ve ot parçaları çok sayıda oldukları ve ayağıma battıkları için.

Bizim kafadarlar sanki hep birlikte değillermiş gibi birbirlerine dağda yaşadıklarını anlatıyor. Mantarı nasıl gördüğü, nasıl özenle kestiği. Kökünü neden kopartmayıp ocağı bozmadığını. Seneye de çıkmasını sağladığını. O dik dağ etekleri nasıl ağdığını. Nasıl acıktığını. Orda olmasam çocuklar Zigana geçidini kar fırtınası altında aç ve susuz aştı sanacağım.

Sözün özü, belki biraz yorulduk lakin çocuklara memlekete özlem duyacakları bir hatıra yaşatma şansımız oldu. Doğayı tanıdılar, doğanın ne kadar vefalı olduğunu ve ona zarar vermezsek bize neler verdiğini anladılar.

Pişen mantarları daha bir gururla indirdik mideye. Emeğimizin karıştığı daha bir tatlı oldu ve bence çocuklar bu lezzetin içinde ki emeği daha iyi anladı. Telefonla verilen siparişteki yavanlık emek eksikliği kendini daha net anlattı.

Nasıl olduysa biz büyüklerden daha fazla mantar bulmalarının özgüveniyle birkaç gün geçirdiler. Şimdi yaşları epey büyüdü ama hala o ilk mantar avı anlatılır. Her seferinde biraz daha renklenerek elbette.

 

Saygılarımla Gaffaroğlu.

 

Yorumlar
  1. Enes Korkmaz dedi ki:

    Çok güzel.Elinize sağlık.

  2. Gaffaroğlu dedi ki:

    İlginize ve zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim Sayın KORKMAZ

  3. HÜSEYİN BİGEÇ dedi ki:

    ELİNE YÜREĞİNE SAĞLIK ABİM FEFKALADENİN FEFKİNDE OLMUŞ

    1. Gaffaroğlu dedi ki:

      Zahmetinize teşekkürler Sayın Bigeç