enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp

Modernleşme ve Kutuplaşma (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada ilahiyat fakültesi mezuniyet töreninde onuncu yıl marşı söylenmesi konu edildi. Söz konusu marşın çalınmasında, ilgili fakültenin yönetiminin hiçbir dahlinin ve tesirinin olmadığı biliniyor. Konuyu, herhangi bir fakülte ismi zikretmeden “umûmî pencereden” ele almak lazım.

Modernleşme ve Kutuplaşma (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
2 Temmuz 2022 01:08 | Son Güncellenme: 2 Temmuz 2022 01:13
A+
A-

Marşa gösterilen tepkiler nasıl bir düşünce zeminine dayanıyordu? Marşın, “millî kabul edilen değerler” açısından sembolik anlamı vardı. Güftesinde İslam ümmetinden kopmuş Türk ulus devletinin on yılda nüfusunu artırması, gelişip serpilmesi konu edilmekteydi.

Marşın güftesinde “on yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta” deniyordu. Yaratmak fiilinin Türk milletine atfedilmesinin iki anlamı vardı. Birincisi artık Türk milleti yaratıcı ile arasına bir mesafe koymuştu. İkinci anlam da şuydu: Artık din bağı ile bağlı olduğumuz unsurlar, “dost” değildir. “Ne mutlu Türküm” diyebilen unsurlar dost kabul edilmiştir. İslam ümmetinin bütünlüğünden kopulmuştur.

Milli kimlik dini kimliğin üstünde en üst değer olarak yer almıştır. Sizin olmazsa olmazınız din olmaktan çıkmış, zihninizdeki tüm değerler, ırk üzerine kurulu hale gelmişse ilahiyatçı ya da başka meslekten olmanız neyi değiştirir? İslam ümmetinin bir parçası olmamak temel dünya görüşünüz haline gelmişse ne denebilir ki?

Onuncu yıl marşının konuşulduğu günlerde “akla aykırı olan şey, ayet dahi olsa reddederim” cümlesi de konuşuldu. Aslında bu iki olay birbirini tamamlamaktaydı.

Din konusunda kutuplaşmanın da kapısını aralamamak gerekir. Bir usul geliştirmek gerekir. Bu tür kritik ve iddialı cümleleri “söyleyeninden bağımsız” değerlendirmek daha uygun olur. Bu cümleyi sarf eden belki “yanlış anlaşıldım farklı bir şeyi kastettim” de diyebilir. Dikkat edilirse bu söz, sarf edildikten sonra ok yaydan çıkmış oldu. Hemen lehinde ve aleyhinde bir kutuplaşma meydana geldi. Söyleyenin maksat sınırlarını da aşan bir yapıya bürünmüş oldu. Akıl dediğiniz şey nedir? Kalp midir kafa mıdır? Kur’an niçin “kalpleri vardı anlamazlar” diyor (el-Münâfikûn, 63/3) da beyinleri vardır anlamazlar demiyor? Bu yazının asıl hitâbı, mezkûr sözü sarf eden kimseden ziyâde bu söz etrafında kümelenip “akılcı duruş” gösterdiğini iddia eden kimseleredir.

Akılcıların Yanlış Tercüme Ettikleri Âyet
Farklı kanaatleri olsa da müminlerin birbirine tahammül etmeleri bir emr-i nebevîdir. Hadiste “insan içine karışıp eziyetlerine sabreden mümin, insan içine karışmayıp eziyetlerine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır” buyurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IX, 64) Akılcılık iddialı modernlerin dikkat çeken hususiyeti, insana ait hür iradeyi savundukları halde, kendi kanaatleri dışındaki fikirlere hayat hakkı tanımamalarıdır.

Düzenledikleri bilgilendirme(brifing) toplantılarında farklı fikirlere yer vermezler, çünkü tahammül edemezler. Katılmak zorunda kaldığım toplantılarda akılcıların en büyük sloganlarından birinin, Yunus sûresinin yüzüncü âyeti olduğunu müşâhede ettim. Diyanet Kur’an Yolu meâli bu âyeti şöyle tercüme etmiştir:
“Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.” Bu âyet iki cümleden oluşmaktaydı. Birinci cümlede imanın nasip işi olduğu vurgulanıyordu. İkinci cümlede aklını kullanmayanları Allah’ın “rics= manevi pislik” halinde bırakacağı anlatılıyordu. Bunlar birinci cümleyi çıkarıp atarak motto oluşturdular. “’Allah aklını kullanmayanın kafasına manevi pislik atar’ cümlesi âyet değil mi” dediler.

İki milyar nüfuslu Müslüman dünyayı aklını kullanmamakla, hasta adam olmakla itham ettiler. “Her topluluğun kuvvetli yanları, zayıf yanları, fırsatları ve tehditleri vardır” demediler. Çağdaşlaşma başlığı altında yapılan tüm dil, harf ve hukukla ilgili düzenlemeleri “dînî meşrûiyet” koltuğuna oturttular. Bu ayeti kullanarak Batı hukukunu almanın da dînî meşruiyetini savundular. Din kisveli muasır medeniyet ezgileri okudular. Hâlbuki öyle dehşet verici bir çarpıtma vardı ki sözlerinde.

Toplumların muasır medeniyet yarışında öne geçmek için rasyonel adımlar atmaları değil, başka bir şey anlatılıyor bu ayette. Âyet gerçekte ne söylüyor? Aklını kullanmayana Allah’ın imanı nasip etmeyeceğini söylüyor. İman ile ilgili tercihimiz tüm hayatımızı etkileyecektir. Dünya ve ahiretimize yön verecektir. Bu tercihi sadece beynimizin nöronlarına indirgeyemeyiz. “Aklını kullan” demek kalbini ruhunu her şeyini bütün varlığını kullan demektir. Dinini vererek dünyevileşmeyi savunmak aklını kullanmak değildir. Kur’ân’da “dünyadan da nasibini unutma” buyurulmuş (el-Kasas 28/77) ama inkâr ehlinin “dünya hayatını ahirete tercih ettikleri” de belirtilmiş. (İbrâhîm, 14/3) Seküler kelimesi bu tercihi yapanları güzel anlatan bir kelimedir. Ancak ben, yabancı kökenli olduğu için tercih etmiyorum. Onları anlatmak için “dünya görüşünü sadece dünya üzerine kuranlar” diyorum. Azeri Türkçemizde “seküler” anlamında kullanılan “dünyevi” kelimesini de tercih ediyorum.

Yunus sûresinin yüzüncü âyetini oluşturan iki cümlenin birbiriyle irtibatı o kadar açık ki Diyanet meâli dahi mânâ verirken bu durumu dikkate almış lafız tasarrufunda bulunmuş. “O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır” denilmiştir. Birebir karşılıklı lafzi tercüme yapılsaydı “O, akıllarını kullanmayanların üzerine manevi pislik bırakır” olurdu. Diyanet meâlinin “rics” kelimesini “inkâr bataklığı” olarak karşılaması da “imanın nasip meselesi olduğunu” kabul etmesiyle açıklanabilir. Kur’an Yolu meâli, En’âm sûresinin yüz yirmi beşinci âyetini de “…Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır” şeklinde tercüme etmiştir. Daha iyi anlaşılsın diye âyetlerin metinlerini de verelim:
“…كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ” (En‘âm 6/125)
“…وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذينَ لَا يَعْقِلُونَ” (Yûnus 10/ 100)
Aslında bu iki âyet de birbiriyle müşâbehet halindedir. Sadece “iman etmezler”, “akıl etmezler” farkı bulunmaktadır. Taberî (ö. 310/923), “rics” ile ilgili birkaç manayı saymıştır. Bunlar arasında “içinde hayır bulunmayan her şey”, “azap”, “şeytan”, “necaset” bulunmaktadır. Ona göre “rics”, içinde hayır bulunmayan pisliktir ve bu durum şeytanın sıfatıdır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XII, 112)

Din bilimleri alanında modernleşme, Mâtürîdî kisveli Mutezilî tezlerle tebârüz etti. “Toplumu yönetmek dînî değil beşerî bir iştir” söyleminden “toplumu yönetmek için norm taşıyan metin üretmek de dînî değil beşerî bir iştir” söylemine intikal edildi. Bu yönelişin vazifesi modernleşme sürecinde mütedeyyin insanların bazen kafasına bazen de vicdanına takılan “dînî meşruiyet” meselesini çözmekti. Modern normların dayattığı bir hayat tarzı var. Herkesi kuşatan eğitim, istihdam, iktisat ve hukuk nizâmı var. “Dînen ve vicdanen hiçbir rahatsızlık duymadan bu hayatı yaşayın” demek bu yönelişin dâvâsı haline geldi. Bu yöneliş sahiplerinin “imanın nasip işi olduğunu” kabul etmesi mümkün olmadığı halde, imanın nasip işi olduğunu en çok vurgulayan ayetin bir cümlesini, “silah gibi kullanmaları” manidardı.

Akılcı Modernlik

Modern ilahiyatçılığın en büyük iddiası, dine bilimsel yaklaşım tezi(?) üzerine kurulmasıydı. Bilim hakikati aramaksa yaklaşım temelde sakat bir zemine dayanmaktaydı. Dini insanın ruhî ve içtimâî derinliklerinde, varoluşunda ve tabii hayatında aramak gerekirdi. Modern ilahiyat bakışı dini; fikirlerin, felsefelerin birbiriyle savaşı bağlamında bir yere oturttu. Din ile ilgili tüm klasik metinlerin modern tezlere karşı duramayacağı ön kabulü ile konuya yaklaştı. Bunu yaparken de sözde dine taraf olunduğu ama günün şartları dikkate alınarak metodolojik bir duruş sergilenmesi gerektiği vurgulandı. Madem din, ilmî (bilimsel) bir temelde ele alınacak, İlahiyatlarda neden dil antroplojisi ve din antropolojisi hiç okutulmaz.

Dinin menşei hep felsefi bir zeminde arandı. Oysa dini hayatın içinde, insanın ferdî ve içtimâî derinliğinde ve bu derinliğin hâfızasını tutan dilde aramak gerekirdi. Akla aykırılık olgusunun Kur’ân ile yan yana getirilmesinin arka planına bakmamız gerekir. Kur’ân’ı salt tercümeler ya da tercüme mantığı üzerinden okumak onun hakikatine bizi yaklaştırmaz. Kur’an’ın dili nasıl bir dildir? Dolaylı anlatım ve arka planında birikmiş mânâ yüklü arkaik bir dildir. Neredeyse her kelimenin ayrı bir hikâyesi vardır. Her kelime târihî ve içtimâî bir hafızayı taşır. Kelimelerin taşıdığı hafıza belki Hz. Nuh’a, Hz. Âdem’e kadar dayanır. Kelimelerin birebir karşılığından ziyade kökenine inmek gerekir.

Dil antropolojisi bize önceki insanların daha metafizik düşündüğünü, dolaylı anlatıma daha çok başvurduğunu göstermiştir. İnsanlığın tarih içinde dil bakımından dolaylı anlatımdan doğrudan anlatıma tahavvül etmiş olması, evrimci tezi de çürütmektedir. Dil insanlığın önceki tarihini de ihtiva eden hâfızasıdır. Fenikece, Aramice, İbranice ve Süryanice aynı arkaik temele dayanan dillerdir. Bugün yaşayan Amharca ve Tigreyce de arkaik temelli dillerdendir. Kur’an’ın dili olan Arapça tüm arkaik dillerin merkezinde yer alır ve hiçbir tercüme ondaki kelimelerin tam karşılığı olamaz. Kur’ân’ın nüzulü, yazıya geçirilmesi ve İslam ümmeti tarafından muhâfazası dildeki arkaik temeli de muhâfaza etmiştir.

Her kelimenin ayrı bir hikâyesi, arka planı ve mânâ derinliği vardır. Mesela “rûh”, “kibriyâ”, “melekût” kelimelerini nasıl tercüme edeceksiniz? Allah’ın isimleri esmâ-i hüsnâ da öyledir.

Hadislerde geçen evrâd ve ezkâr lafızları da öyledir. Mesela “cibt”, “tâğût” ve “suht” gibi kelimeleri algoritmik bir mantıkla çeviremezsiniz. Her birinin kültür kodlarına inmeniz gerekir. Her birinin bir hikâyesi ve anlam geçmişi vardır. “Akletme” melekesi dil ile alakalıdır.

Dilin kök geçmişini ihmal ederek akletme melekesinin gelişmesi ne kadar mümkün olabilir? Aklı algoritmik mantığa indirgerseniz durum değişik olur. İnsanlığın müşterek hafızası olan dili ve insanın kalp boyutunu, gönül boyutunu yok sayarak aklı açıkladığınızda algoritmik bir mantık çıkar. Bu durumda da akla aykırılığı Arapça gibi arkaik bir dilde değil, algoritmik bir dilde aramanız gerekir. İnsanlık metafizik varoluştan maddi varoluşun daha çok hissedildiği bir değişim yaşamış görünmektedir. Bu durum da nihilist evrimcilikle değil, ilahi bir yasa olan tekâmülcü varoluşla açıklanabilir. Dilin metafizik geçmişi toplumun da geçmişini yansıtır.

Dilin ilk insandan bu yana mevcudiyeti, toplumun da ilk insandan bu yana mevcudiyetine işaret eder. Evrimci antropoloji toplum oluşun sonradan çıktığı tezine dayanıyordu. Göbeklitepe kazıları, insanların birbirinden bağımsız fertler iken sonradan tekâmül ederek toplum oldukları tezini çürüttü. Toplu halde yaşama çok önceden beri vardı.

Ahlak Merkezlilik Söyleminin Tenkidi

Modernleşmeciler, ahlak merkezli bir dindarlığı esas aldıklarını söyleyip duruyorlar. Müslümanların ahlâkı cinselliğe has kıldığını ve iş ahlakını ihmal ettiklerini iddia ediyorlar. Çağdaş kızların çağdaş erkeklerle dinin koyduğu sınırların dışına çıkarak eğlenmesinden, birlikte vakit geçirmesinden rahatsızlık duymuyorlar. Fussılet sûresinin altıncı ayetinin bir kısmı ile yedinci ayetini hatırlayalım. Bu âyetin meâlini Ömer Nasuhi Bilmen şöyle tercüme etmiştir: “…müşrikler için helâk (mükarrerdir). O müşrik kimseler ki, zekâtı vermez ve onlar ahireti münkirdirler, onlar.” Âhireti inkâr edene zekât niçin farz olsun ki diye bir soru akla gelmez mi? Fussılet sûresi, Mekke devrinin sonlarına doğru, mi‘rac olayı sonrasına tarihlenen bir suredir. (Emin Işık, “Fussılet Sûresi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XIII, 228)

Zekâtın hicretin ikinci yılında ve ramazan orucunun fark kılınmasından sonra farz kılındığı genel kabul görmüştür. (Mehmet Erkal, “Zekât”; İslam Ansiklopedisi, XXXXIIII, 197) Âhireti inkâr eden bir müşriğin zekât vermemesi ne demektir? Bu sorunun cevâbı olabilecek bir tefsir yapılmıştır. İbn Kesir’e göre zekât “mâlın zekâtı” “nefsin zekâtı” olmak üzere iki kısımdır. Nefsin zekâtı, kişinin zina hayatı yaşamamasıdır. (İbn Kesîr, Tefsîr, V, 462)

Dolayısıyla Fussılet sûresinin altıncı ve yedinci âyetinde müşriklerin zinayı helal saymaları ve ahireti inkâr etmeleri anlatılmaktadır. “O müşrik kimseler ki zekâtı vermez..” demek, “nefsini zinâdan uzak tutup, onun temizliğini ve arınmışlığını temin etmez” demektir. Burada geçen zekât, İslam’ın beş şartından biri olan zekât değildir. Burada geçen zekât, zinâyı helal saymamak ve nefsini bu günahtan arındırmaktır. Leyl sûresinin 18. âyetindeki “temizlenmek için malını hayra veren kimse o ateşten uzak tutulacaktır” ibaresindeki “tezekkî” fiili sadece malını karşılıksız vermek değil, kendisine fayda ve sevap kazandıracak işlerde harcamaktır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr, XXX, 391) Malını mehire harcayıp, evlenmek ve meşru bir hayat yaşamak da tezekkîdir.

Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önceki câhiliye döneminin bariz özelliklerinden birisi zinanın mübah sayılmasıydı. Hz. Âişe (r.a.) câhiliye döneminde dört nikâh çeşidi olduğunu, bunlardan birinin bizim bildiğimiz ve uyguladığımız ilan edilmiş meşru nikâh olduğunu söylemiştir. Geri kalan üç nikâh çeşidinde zinânın mübahlığı söz konusudur. (Buhârî, Nikâh, 37) Nûr sûresinde geçen ve “zinâ eden erkeğin, zinâ eden kadınla veya müşrik kadınla nikâhlanabileceğini” bildiren âyet (en-Nûr 24/3), şirkin ameli taraflarının da bulunduğunu, zihinde başlayıp biten bir şey olmadığını göstermektedir. Müşrik bir kimsenin nikâh dairesine girmesi, zinânın mübahlığını da artık kabul etmediğini ortaya koymaktadır. Mekke’nin fethinin en önemli sonuçlarından birisi de çıplak tavafın son bulmasıydı. Sadece çıplak tavafa değil, çıplaklık kültürüne de son verildi.

Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyet ettiği hadiste de “Allah da kıskanır, Allah’ın kıskanması müminin Allah’ın haram kıldığı zina ve fuhşiyatı işlemesidir” buyurulmuştur. (Buhârî, Nikâh, 106; Müslim, Tevbe, 36) Günümüzde de zinayı mübah sayan tüm tutum ve davranışlara karşı en azından kalben rahatsızlık duymak gerekir. Zinayı nikâh ile, tesettürü de çıplaklık ile “bireysel tercih” paydasında eşitlediğinizde içinizde din temelli hiçbir rahatsızlık duygusu kalmıyor. Allah’ın kabul edemeyeceği işleri yapanların nezaketleri, yardımseverlikleri dikkatinizi çekmeye başlıyor; dindar olanların kabalıkları, bencillikleri iç dünyanızda öne çıkıyor. İşte tam bu sırada “önce insan olmak lazım”, “ahlak merkezli dindarlık” lazım demeye başlıyorsunuz.

Kitâbı yaşamak mı yoksa Kur’ân’ı anlamak önceliklidir?

Anlamayı bir problem olarak ele aldığınızda nazariyatın dehlizlerinde yürümeyi, emredileni yaşamaya tercih etmiş olursunuz. “Uygulama ve fiilî oluş en iyi anlamadır” dediğinizde durum değişir. Haramların helalleşmesinden rahatsızlık duymadığınızda din ile ilgili temel dinamikler ve değerler de yerinden oynar. “Önce insan” dersiniz, ahlak merkezli bir dindarlık dersiniz. Haramdan sakınma anlamında takvayı dışta bırakıp dini ibadetlerle eşitleyerek dünyevileşmeye giriş yaparsınız. Sonra da görünürlük adına sokakta, çarşıda, pazarda, okulda, resmi binada dine ait her şeyden de vazgeçerek geliştirdiğiniz yeni tutumu sürdürürsünüz. İnsanlık, ahlak merkezli dindarlık, hakkaniyet gibi kavramlarla dini eşitlersiniz. Bu duruma geldiğinizde zaten onuncu yıl marşının söylenmesi sizin için bir problem olmaktan çıkmış olur.

Sonuç
Netice itibariyle şu hususu belirtelim. Maksadımız, insanları yargılamak değil, fikirlerin müzakeresi ve mütalaasıdır. “Akıl ile çelişen ayet olsa reddederim” sözünün slogan haline dönüştürülmesi kutuplaşmaya yol açar uyarısında bulunmak isteriz. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu günlerden geçiyoruz. Kutuplaşmanın içinde asla değiliz ama “âyet dahi olsa reddederim” diyen tüm söylem ve söylenceleri en gür sesimizle reddediyoruz.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.