Tezâhür ve Duruş (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
Ramazan geldi hoş geldi. Dinin tezahürüne şâhit olduk. Camiler insanlarla doldu taştı. İftar saatlerinde hareketlilik gözlerden kaçmadı. Fırınlarda iftar saatine az kala uzun pide kuyrukları oluştu. Sokaklarda ellerinde tuttukları mushaflarla mukabeleye giden namaz kıyafetinde kadınlar gözlendi. Bunların hepsi dinin tezahürüdür. Dinî hayatın devamı bakımından tezahürün önemi büyüktür.
Toplumsal değişim süreçleri yaşadık. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde ciddi sosyolojik kırılmalar yaşadık. Dilimiz, kıyafetimiz, hukuk ve eğitim düzenimiz değiştirildi. Cumhuriyet, dine dokundu. Din, sadece inanç sistemi değildi. İnanç sistemine dokunmadığımız için dine dokunmadık denilebilir mi? Şu söylemler bir derdi ifade etmek için kullanılır oldu: Bir dönüşüme tabi tutuluyoruz; bu eğitim düzeni ile çocuklarımız bize benzemeyecek. Böyle giderse çocuklarımıza bir şeyler anlatamaz duruma geleceğiz. Din bir hayat tarzı ve sosyal düzendir. Sosyalleşme insanın olmazsa olmaz bir ihtiyacıdır. Sosyalleşmede “biz” kavramı önemlidir. Biz derken kimleri kastettiğiniz dünya görüşünüzü belirler. Gündelik hayatımızda kullandığımız “biz” kavramı da değişti. Hz. Peygamber bir hadisinde “Bize karşı silah taşıyan bizden değildir, bizi aldatan da bizden değildir” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 164) Hz. Peygamber “biz” derken bütün Müslümanları kastetmiştir. Bugün eğitim sisteminde vurgulanan “biz” kelimesi muhtevasının Hz. Peygamber’in kullandığı mânâ ile aynı olduğu söylenebilir mi? “Biz” kelimesini telaffuz ederken, kendini Hz. Muhammed’e ait hisseden herkesi kastederek söylemek imkânsız mı?
Geçen günlerde görev anlayışını, ilkeli duruşunu her dâim takdir ettiğim bir akademisyen dostumun İslamcılıkla ilgili yazısı gözüme ilişti. Motto kabilinden cümleleri, insana ve topluma dâir kafa yoran derin bir tefekkürün semeresi idi. “İslam ilahidir, İslamcılık insanidir” cümlesi ile “Din ilahidir,” “dindarlık bireyseldir” cümlelerinin ne anlama geldiğini epey düşündüm. İslamcılık aslında devlet eliyle yapılan radikal bir değişim dönüşüm hareketine, sivil bir karşı duruştu. İslamcılık dilin, kıyafetin, yazının ve hukuk sisteminin değişmesine karşı dindarlık kaynaklı arayıştı. Cumhuriyet sonrasındaki pozitivist eğitim sistemine, on yılda on beş milyon din ile bağını koparmış seküler insan yaratmaya karşı duruştu. Yukarda belirttiğimiz gibi sosyalleşme hayati bir ihtiyaçtır. Dine kayıtsızlık, sosyalleşmenin niteliğini de belirledi. Kadınlarla birlikte sosyalleşeceksiniz, kıyafetlerinin helalliğine, haramlığına bakmadan onlarla yiyip içeceksiniz, muhabbet edeceksiniz. Helâlin gözetilmediği sosyal bir hayat yaşayacaksınız. Bu birlikteliğiniz dinin normlarına, helal haram çizgisine uyacak mı? Batı değerlerini savunanlar ile Osmanlı’dan tevarüs edilen yerli değerleri savunanlar doğal ve iç dinamiklerle değil cebrî ve dış dinamiklerle birbirinden tefrik edildi. Birbirleri için “biz” diyemez oldular. Hâlbuki dindarlık sürdürülebilirlik gerektiren bir süreçti. Bu sürdürebilirlik için toplumsal destek gerekiyordu.
“Dindarlık bireyseldir” cümlesi ile “din ilahidir” cümlesi birbiriyle uyumlu iki cümle değildir. Dindarlığın bireyselliğine yapılan vurgu, insan ürünü oluşunu hatıra getiriyor. Herkesin öz dindarlığını kendisinin ürettiğini düşündürtüyor. Dindarlığın insan tarafından üretilmiş oluşu, dinin Allah tarafından inşa edilmişliğini tartışmalı hale getirir. Dindarlık bireysel ise dinin ilahi olduğu kanaatine nereden vardınız? Vicdanlarda kalsın asla dışarı taşmasın diye tasarlanan bir tasavvur ne kadar ilahi olabilir? Vahyin hedefi birbirine asla karışmamaya yeminli(!) bireylerin, ilahi hükümler doğrultusunda birbirinden bağımsız değişim yaşamaları mı? Dini toplumla ilişkilendirmekten özenle kaçınmak ve bireye vurgu yapmak ne anlama geliyor? Dindarlığı neden bireyselliğe indirgiyoruz? Kur’ân’da 47 yerde “Ey içinde yaşadığım toplum/يَا قَوْمِ” ibaresi kullanılmıştır. Peygamberler hep “ey kavmim” demiş. Din bireysel olsaydı peygamberlerin “ey kavmim” değil de başka bir kelime ile söze başlamaları daha uygun olurdu. Kur’an’da geçen “لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّٖينِ كُلِّهٖ” ibaresinde tezâhür mânâsı vardır. İzhâr ile tezâhür aynı köktendir. Din tezâhür ederse kuvvet bulur. Bu sosyolojik bir yasadır. Dinin tezahürüne mesafeli duruş, “Allah’ın dinin tezahürünü istediği” hakikatini değiştirmez. Bireysel tercihi dokunulmaz kabul eden anlayışa karşı “Allah’ın insana yönelik tercihlerini dokunulmaz kabul eden anlayışın” kendini ifade edebilmesi, tezâhür edebilmesine bağlıdır.
Kur’ân Yolu Meâli bu ibâreyi “Hak din bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye” şeklinde çevirmiştir. Elmalılı Meâli “Hak dini ile bütün dinlerin üzerine geçirmek için” şeklinde tercüme etmiştir. İzmirli İsmail Hakkı Meâli bu ibareyi “Hak dini bütün dine galip kılmak için” şeklinde karşılamıştır. Bu son Meâl, “لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّٖينِ كُلِّهٖ” ibaresinde din kelimesinin çoğul olarak getirilmemiş oluşunu dikkate alması sebebiyle daha isabetli görünmektedir.
Şu âyette dinin değişmesiyle tezâhürün de değişeceğine işaret bulunmaktadır:
وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونٖى اَقْتُلْ مُوسٰى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ اِنّٖى اَخَافُ اَنْ يُبَدِّلَ دٖينَكُمْ اَوْ اَنْ يُظْهِرَ فِى الْاَرْضِ الْفَسَادَ
“Firavun, “Bırakın beni de şu Mûsâ’yı öldüreyim! Tanrısına yalvarsın bakalım (kurtulabilecek mi) Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut ülkede huzursuzluk çıkarmasından kaygı duyuyorum” dedi.” (Kur’ân Yolu Meâli, el-Mü’min 40/26) Taberî (ö. 310/923) bu âyette Firavunun kaygılandığı şeyin halkın dininin değişmesi ve insanların Hz. Mûsâ’nın Rabbine ibadet eder hale gelmeleridir. Firavun bu durumu fesâd olarak nitelemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 374)
“Sabit din, değişken şeriat” teorisini ayrı bir yazıda ele almak isterim. Yalnız şu kadarını söylemek isterim. Sabit din derken kastedilen, inanç sistemidir. Dinin inanç sisteminden ibaret olduğu algısı bir yanılsamadır. Din, bireyin içinde saklı inançlar bütününe eşitlenemez. İnancın dine dönüşebilmesi bir toplumun içinde gerçekleşecek etkileşime bağlıdır. İnancın ne’liği üzerinde de ayrıca durmak gerekir. Modern zihin için mesela Allah’a ve âhiret gününe inanmakla vücuduna döğme yaptırmaya inanmak arasında fark bulunmamaktadır. Peygamberlere inanmakla taşıdığı bir eşyanın koruyuculuğuna inanmak arasında da fark bulunmamaktadır. Allah’a, ahirete ve nübüvvete inanmanın toplumsal etkisini kırmak için önce insanların ürettiği diğer inançlarla eşitlediler. Sonra tüm inançlarla dini eşitlediler. Akide/inancın toplumdaki yansıma ve etkileşimini yok saydılar. Mümin bir ferdin, mümin bir toplumla etkileşimi, hayatın doğal akışı içinde gerçekleşir. Çünkü inancı/akideyi destekleyen bir sosyal çevre bulunmaktadır. Mümin bir ferdin müşrik/pagan bir toplumla etkileşimi farklı gerçekleşir. İnancı destekleyen bir sosyal çevre bulunmadığı için bu etkileşim “imanını gizlemek” veya toplumun baskısıyla “şirk üzere bir hayata dönüş yapmak” şeklinde olabilir. Mesela Firavunun hanımı imanını gizlemiştir, yoksa inkâr ve şirk üzere bir hayat yaşamamıştır. Hülasa dinin, “toplumsal kabul” ve “sürdürülmüş etkileşim” tarafı bulunmaktadır.
Din, belirleyicisi Allah olan bir hayat tarzı ve sosyal düzendir. Birbiriyle zıtlaşan iki “doğal din” vardır. Birincisi Allah/Tanrı tarafından zapturapt altına alınmayı ve ilahi bir normla sınırlanmayı kabul etmiş toplumun doğal dinidir. Buna “Hak Din” diyebiliriz. Diğeri bireysel tercihi dokunulmaz ve tanrısal bir kayıtla sınırlanamaz kabul eden doğal dindir. Buna “Bâtıl Din” diyebiliriz. Bâtıl din de doğal dine girer. Çünkü Allah her şeyi zıt kutuplu yaratmıştır. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” cümlesini (el-Kâfirûn 109/6) her iki taraf ta birbirine söyleyebilir. Ortada yüzlerce taraf değil birbirine doğal olarak zıt olan iki taraf ve kutup söz konusudur. Hak din, ilim ve amel ile sürdürülür. Bâtıl din şüphe ve her ne günah, haram, münker iş varsa onları yapmakla sürdürülür. (Mefâtîhu’l-gayb, V, 347) Bâtıl din şirktir. (Şevkânî, Fethu’l-kadîr, II, 644) Mefâtîhu’l-ğayb, Nazmu’d-dürer, Rûhu’l-beyân, İrşâdü akli’s-selîm, gibi klasik tefsirlerde “Hak Din” ve “Bâtıl Din” şeklinde ikili tasnif bulunmaktadır. İlgili yerleri göstersem yazı uzar. Fikir vermesi kabilinden bir örnek zikredeyim. Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) Bakara sûresinin 213. âyetini tefsir ederken şunları söylemiştir:
“Bu ayet batıl mezheplerin insanlar arasındaki ihtiras (bağy) sebebiyle hâsıl olduğuna delalet eder. Bu âyette insanların “Bâtıl Din” üzere değil “Hak Din” üzere oldukları sabittir. Allah, Hz. Âdem’i çocuklarına resul olarak gönderdiği zaman herkes Allah’a itaat eden Müslümanlar idi. Kâbil Hâbil’i haset ve hırs eseri öldürünceye kadar aralarında din hususunda ihtilaf bulunmuyordu. Bu mânâ mütevâtir nakil ile sabittir ve âyete de mutabıktır. Hz. Âdem’in kız ve erkek çocukları bulunuyordu ve Hak üzere tek bir ümmet idiler. Daha sonra kıskançlık ve karşı konulmaz arzular sebebiyle ihtilafa düştüler.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, VI, 372-373)
“Hak dinler” ve “bâtıl dinler” kullanımı, modernleşme sonrası yüz yılın ürünüdür. Din, dünyadan kopartılırken önce “çoğul” yapıldı, sonra inanç sistemine indirgendi. Daha sonra tüm inanç sistemleri birbiriyle eşitlendi. İnanç sistemlerinin kendi aralarında “ben geçerli ve doğruyum, sen geçerli ve doğru değilsin” mücadelesi içinde oldukları var sayıldı. Hâlbuki Hak dinin bâtıl din ile mücadelesi bilgi eksenli bir mücadele değil, varoluş temelli bir mücadele idi. Nihayetinde “tüm inanç sistemlerine eşit davranmalıyız” diye bir hava estirildi. Adım adım seküler dine doğru gidildi. Seküler din, modern dünyadaki karşılığı bulunan bir tanımlamadır. Bireysel tercihi dokunulmaz ve tanrısal bir kayıtla sınırlanamaz kabul eden ‘seküler dinin’ hangi tarafta yer aldığını ben söylemeyim okuyucum bulsun. Nihâyetinde dinin hayâtı düzenleyici tarafı görmezden gelindi, kitâbı, fıkhı, hukuku yok sayıldı. Kur’an’daki “ed-Dîn/ الدّٖين”kelimesi üzerinden zihniyet operasyonu yapıldı. “…اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ” âyetinin bazı meâllerdeki tercümeleri şöyledir:
“Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.” (Kur’ân Yolu Meâli, Âl-i İmrân 2/19)
“Doğrusu Allah indinde din, İslâm’dır.” (Elmalılı Meâli, Âl-i İmrân 2/19)
“Şüphe yok ki Allah yanında bir din vardır, o da İslâm dinidir.” (İzmirli İsmail Hakkı Meâli, Âl-i İmrân 2/19)
Yukardaki âyeti “yeryüzündeki inanç sistemleri içinde en geçerli ve doğru inanç sistemi İslam’dır” şeklinde anlamak bir operasyondur. Bunu söylemekle İslam’ı diğer inançlarla eşitlemiş, hayatı düzenleyen tarafını sıfıra indirgermiş olursunuz. Akide/inanç olarak İslam’ın doğruluğuna inanmamız başka bir meseledir. Şu ayet de dinin inanç sisteminden ibaret değil, bireysel ve toplumsal kuralları barındıran bir yapı olduğunu ifade etmiştir:
شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدّٖينِ مَا وَصّٰى بِهٖ نُوحًا وَالَّذٖى اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهٖ اِبْرٰهٖيمَ وَمُوسٰى وَعٖيسٰى اَنْ اَقٖيمُوا الدّٖينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فٖيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكٖينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِ اَللّٰهُ يَجْتَبٖى اِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدٖى اِلَيْهِ مَنْ يُنٖيبُ
~ ~ ~
“O, ‘Dîni doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin’ diye (asl-ı) dînden hem Nûh’a tavsiye etdiğini, hem sana vahy eylediğimizi, hem İbrâhîm’e, Musâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye etdiğimizi sizin için de şerîat yapdı. Senin kendilerini da’vet etmek de olduğun (bu) şey müşriklerin üzerinde büyüdü (ağır geldi.) Allah kimi dilerse buna onu seçib çeker, (ancak kendisine itâatla) dönmekde olanları buna muvaffak eder.” (Çantay Meâli, eş-Şûrâ 42/13)
Hak dinin bâtıl dîne zâhir (üstün) gelmesi mesajının gücündendir. Dinin mesajının kuvveti, hayatı düzenlemekle ilgili iddiasının kuvvetindendir. Hak dinin mesajındaki bu iddia, içtimaî etkileşim gerçekleştirmişse kuvvet bulur, tezahür eder.
İslamcılıkta “başkalarını murakabe etme”, “başkalarının dindarlığını ölçmeye kalkışma” ve “kendisini değil başkasını gözetim ve denetim altına tutma” hususiyetinin bulunduğu iddiası da problemlidir. Toplum birbirini murakabe etmesin mi? Emr bi’l-ma‘rûf nehy ani’l-münker hiç yapılmasın mı? O zaman şu ayeti nasıl anlayacağız?
“Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Kur’ân Yolu Meâli, Tevbe 9/71) Bu âyet-i kerimede “kötülükten alıkoyarlar” deniyor. Bu görev hiç mi yapılmayacak?
Aşağıdaki âyetlerde Hz. Nûh’un ızdırâbı dile getirilmiştir:
قَالَ رَبِّ اِنَّ قَوْمٖى كَذَّبُونِ
Nûh, “Rabbim!” dedi, “Kavmim beni yalancılıkla suçluyor. (Kur’ân Yolu Meâli, Şuarâ 26/117)
فَافْتَحْ بَيْن۪ي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّن۪ي وَمَنْ مَعِيَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
“Artık benimle onların arasını nasıl ayırd edeceksen et de bana ve beraberimdeki mü’minlere necat ver.” (Elmalılı Meâli, Şuarâ 26/118)
Aşağıdaki âyette Hz. Mûsâ’nın ızdırâbı dile getirilmiştir:
قَالَ رَبِّ اِنّٖى لَا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْسٖى وَاَخٖى فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقٖينَ
“Dedi: Yarab, görüyorsun ben nefsimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle o fâsıklar kavminin arasını ayır.” (Elmalılı Meâli, Mâide 5/25)
Aşağıdaki âyette Hz. Şuayb’ın ızdırâbı dile getirilmiştir:
“…رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَاَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحٖينَ”
“…Ey bizim Rabbımız kavmimizle bizim aramızı hakk ile fetih buyur, sen fatihlerin en hayırlısısın.” (Elmalılı Meâli, el-A‘râf 7/89)
Dindarlık bireysel bir mesele ise bu peygamberlerin derdi neydi? Neden toplumun dindar olmasını istediler? Yaşadıkları toplumdan bir dindarlık emaresi göremeyince de “onlarla birlikte yaşama” olgusunun sürdürülemeyeceğini duâlarıyla ifade ettiler.
Netice itibariyle Hak dinin bâtıl din ile zıtlaşması ve çekişmesi bir varoluş mücadelesidir ve bu mücadelenin gerçekleştiği yer, içtimâî hayat ve sosyal düzenin bizzat kendisidir. Dinin görünürlüğünün sıfırlanmasından, sosyalleşmede haramın mutlak egemenliğinden rahatsızlık duymalıyız. “Dine kayıtsızlaşmaya dur demeliyiz” diyen insanları ‘başkasının dindarlığını denetlemekle’ itham etmemeliyiz. Toplumun dine mesafeli oluşunu onların bu tutumuna bağlamamalıyız. Siz toplumu dindarlaştırdınız da engel olan mı çıktı? Her şeyin seküler bir zemin üzerine kurulu olduğu toplumsal hayatta dindarlığın nasıl sürdürüleceğini düşünmeliyiz. Hülasa değerlerimiz çocuklarımıza, torunlarımıza aktarılmalı ve içimizdeki dinimiz, dış dünyamızda da tezahür etmelidir.