Savaş Yılları: Kastamonulu Şehri İle İshak’ın Müthiş ve Hazin Öyküsü
Daha yeni evlenen İshak; İnebolu’dan, Kastamonu’da bir birliğe gönderilmiş, gittikten bir hafta sonra kaçarak köye geri gelmişti. Çünkü Şehri’yi çok seviyordu. Evlenmeden önce iki sene sevdalık çekmiş, beklemiş ama Şehri için yanıp tutuşmuştu. Kızın babası uzun zaman vermemekte direnmiş, sonunda işi biraz da zora getirip, Deli Hüseyin’i razı etmişler, dillere destan bir düğün yapmışlardı ama…
İşte Kastamonulu İshak ve Şehri’nin inanılmaz hazin öyküsü, okudukça hüzünlenecek, duygusallalacaksınız. Yaşanmış hikaye ve efsane olmuş bir hikaye…
Kocakarıların yalvarmalarına kulak asmayan Ahmet Hoca, Şehri gelinin haline dayanamadı. Kocası askere alındığında, daha altı aylık evliydiler. İshak, seferberliğin ilk yıllarında askere alınmıştı. İnebolu’dan, Kastamonu’da bir birliğe gönderilmiş, gittikten bir hafta sonra kaçarak köye geri gelmişti. Şehri’yi çok seviyordu. Evlenmeden önce iki sene sevdalık çekmiş, Şehri için yanıp tutuşmuştu. Kızın babası uzun zaman vermemekte direnmiş, sonunda işi biraz da zora getirip, Deli Hüseyin’i razı etmişler, dillere destan bir düğün yapmışlardı. Yakın uzak bütün köylerden düğüne gelenler olmuş, misafirler yedirilip içirilmiş, İshak’ın babası Yunus, namına yakışır bir düğün yapmıştı oğluna.
Gelgelelim Şehri ile İshak birbirine doymadan ayrılmak zorunda kalmışlar, İshak’ın savaşın hangi cephesine gönderildiğini bile öğrenememişlerdi. Köye bir yabancı gelse “İshak’tan bir haber var mı acaba” diye küçük kaynını koşturur, yüreği ağzında içi pırpır ederek beklerdi. Gidenlerin bazılarının öldüğünü söylü- yorlardı. “Tebdili hava” alarak gelen bir iki delikanlının anlattıklarına bakılırsa, gidenlerin geri gelme umudu hiç yoktu.
Dört savaş yılı gelip geçti, Ishak’tan bir haber alınamadı. Arkasından, üç yıl süren Kurtuluş Savaşı başladı. Bu ikinci seferberliğe gidenlerden sağ kalanlar da geri dönmüştü. Köylü yavaş yavaş işine gücüne bakmaya başladı. Memleket düşmandan temizlenmiş, yeniden hükümet kurulup düzen sağlanmaya başlamıştı. Muhtarlar, köylerinden savaşa gidip de geri dönmeyenlerin künyelerini çıkarıp, askerlik şubesine bildirmeye, oradan alınan yazıya göre, nüfus kütüklerine vererek “umumi harp gaibi” diye ilmuhaber düzenlemeye koyuldular.
Şehri gelin Muhtar Ahmet Hoca’nın önüne geçip “Emmi, İshak için ilmuhaber yapma, İshak’ın ölmediğini rüyalarımda görüyorum” diyerek ağlamıştı. Bazı boşboğazlar, Şehri gelin için ileri geri konuşmaya başlamış, genç bir gelinin uzun zaman başıboş bırakılmasının doğru olmadığını, bekâr olan kayınlarından birisine nikâhlamak gerektiğini söyleyerek, ağzı kalabalık koca karılara Şehri gelinin ağzını yoklattılar. Yıllardır kocasının yolunu sabırla bekleyen Şehri gelin, derdini kimselere anlatamıyordu. Dedikoduların ayağa düşmesi üzerine iyice içine kapanıp kimselerle konuşmaz olmuştu.
Harman zamanı idi, ekinler biçilmiş, bağlar bağlanıp tarladan taşınır olmuştu. Bir yandan düvenlerin taşları elden geçiyor, bir yandan da harman yerindeki otlar kazılıp temizleniyordu.
Arabaya yüklediği buğday demetlerini bağlamaya çalışan, Osman Çavuş, mezarlıkların yanında bir adamın ellerini açıp mezarlara okuduğunu gördü. Adam yabancıydı, yanındaki yüklü katıra bakılırsa, ya Cabacı ya da Keşlik taraflarından, incir ve üzüm kurusu getirenlerden birisi olmalıydı. Öküzlere “Doooor oğlum…” çekip beklemeye başladı.
Mezarlıktaki duasını bitiren adam, katırın yularını çözüp yokuştan aşağı yürüdü. Çavuş, huysuzlanan Karabey öküzünün yularını başına attı, kuyunun başında bekledi.
Katırcı yaklaştı:
Selamünaleyküm dayı diyerek selam verdi.
– Aleykümselam, dedi çavuş. Buyur hoş geldin, sefa geldin, kimsin, kimlerdensin?
– Ben Bozkurt köylüklerinden olurum, adım Hasan, bu köyde bir askerlik arkadaşım vardı. Seferberlikte Sivas’a kadar beraber gittik, sonra onu Kafkas Cephesi’ne beni de Irak Cephesi’ne ayırdılar.
– Adı neydi senin bu arkadaşın, diye sordu çavuş.
– Adı İshak’tı. Gürcü İshak derdik, babasının adı Yusuf mu Yunus mu unuttum.
– Demek sen bizim İshak’ın askerlik arkadaşısın öyleyse bir kere daha hoş geldin,
sefa geldin, dedi Osman Çavuş…
İshak’ın izini yıllar önce yitirmişlerdi. Hangi cepheye gittiğini bile öğrenememişlerdi. Savaştan sonra şube kayıtlarını araştırmışlar, İnebolu’dan Kastamonu’ya sevk edilmiş, üç gün firar etmiş, sonra yeniden birliğine katılmış, oradan da Ankara’ya doğru yola çıkarmışlar, gerisini bilen yok, seferberlikten sağ dönen yoktu. Tebdili havaya gelenlerden bazıları, geri giderken yollarda ölmüş, ne mezarı ne ölüsü bulunmuştu. Savaşın sonuna doğru Enver Paşa’nın yetmiş bin askeri Sarıkamış Dağları’nda soğuktan ve açlıktan kırdırdığı duyulmuştu. Köye bir yabancının geldiğini, gelenin İshak’ın asker arkadaşı olduğunu duyan bütün köylü, Osman Çavuş’un evine doluştu. Oğulları cepheden dönmeyen bağrı yanık analar, bürgülerinin ucuyla gözyaşlarını silerek ağlaşıyorlardı. Yatsıdan sonra camiden çıkan cemaat, topluca harmanda serilen kilimlerin üstüne oturdular. Misafirin rahat etmesi için altına keçi kılından doldurulmuş büyükçe bir minder attılar. Kadınlar, gelinler, yeni yetme kızlar gecenin serinliğine aldırış etmeden, konuşmaları sonuna kadar sessizce dinlediler.
Geç vakit evlerine dağılanlar, Yunus’un evinden ağıt seslerinin yükseldiğini duydular. On senedir gelecek diye yolunu bekliyordu Şehri gelin. Koca karılar kötü haberi ulaştırmışlardı. İshak ölmüştü, arkadaşı kendi eliyle mezara koymuş, buraya da onun ölüm haberini vermek için gelmişti. Söylenen bu değildi ama koca karılar duyduklarını bire bin katıp anlatıyor İshak’ın nasıl öldüğüne dair hikâyeler uyduruyor, bu uydurduklarına ertesi gün kendileri de inanıyorlardı. Bu haberlere inanmak istemeyen Şehri gelin günlerce ağladı, künyesi gelmeden öldüğüne inanmayacağını herkese bağıra bağıra söyledi derdini kimselere dinletemedi.
O, kocasını altı aylık gelinken savaşa yollamış, on sene sabırla, ümitle, her geçen gün artan bir hasretle yolunu beklemişti. Bu haberden sonra Şehri’yi kayınlarından birisi ile evlendirmeye kalktılar. Kocası savaşta ölen kadınların kaderi gibiydi kayınla evlenmek. Razı olmadı Şehri. On beş gün sonra kardeşleri Şehri’yi baba evine götürdüler. Aradan iki ay geçmeden Ortasökü Köyü’nde kuma verildiğini duydular. Kaderin önüne geçememişti Şehri gelin.
Kasım öncesi yayladan gelenler Şehri gelini görmüşler, sırtında beşik, patates kuyuluyormuş. Onları görünce işini bırakıp yanlarına gelmiş, erkeklerin ellerini öptükten sonra kadınlarla sarılıp ağlamışlar. “Kız yüreğimin yağı eridi vallahi, arkamızdan boynunu büküp bir bakışı vardı ki taş olsa erirdi” diyerek, anlattı yayladan dönenler.
Seferberlik bitmiş, köy, cepheye gönderdiği delikanlılarının bir zaman yasını tutmuş, sonra yavaş yavaş gideni de öleni de unutup gitmişti. Tamı tamına on sene geçti aradan, günlerden bir gün caminin önünde oturanlar köye çıkan yokuşun başından omzunda heybesi ile bir yabancının indiğini gördüler. Hiçbirisi bu yağız delikanlıyı bilip çıkaramadı. Oturanlar ayağa kalkıp:
– Buyur delikanlı, hoş geldin, sefa geldin, diyerek toplandılar.
– Emmi, beni tanımadınız mı? Ben İshak’ım, Yunus’un İshak,
diyerek orada bulunanların ellerini öpmeye başlayınca, ortalığı bir şenlik havası sardı. Gençlerden bir kaçı koşarak müjde vermeye gitti. Haber tez vakitte duyuldu. Millet işini gücünü bırakıp İshak’ın evine doluştu. Kocakarılar utanıp sıkılmayı bir kenara bırakmışlar, sesli sesli ağlamaya başlamışlardı.
O gece bütün köylü, kadını erkeği göz aydınlığına geldiler, İshak’ın anlattıklarını dinlediler. Göz aydınlığına gelenler gece yarısına doğru dağıldılar, el ayak çekilince evin içini derin bir sessizlik kapladı. Kimse ağzını açmıyordu. Dışarıda serin bir rüzgâr esiyor, ahırdan taze gübre kokusu yükseliyordu. Derin derin nefes alan İshak “Ahır kokusunu bile özlemişim” diye düşündü. Annesinin sesiyle irkildi, annesi elindeki tasa sıcak süt doldurmuş, içine iki kaşık da dut pekmezi karıştırıp hazırladığı içeceği uzatıyordu.
Ekmek ister misin, diye sordu.
– Yok, ana istemem, dedi İshak…
Yanı başına oturdu anası, ellerini uzatıp titreyen parmakları ile saçlarını okşamaya çalıştı, içini derin derin çekti, bir şeyler söylemek istedi, boğazı kurudu, yutkundu, göz pınarlarında biriken yaşlarını oğluna göstermemek için bürgüsünün ucuyla kuruladı. Nasıl söylemeliydi, “Şehri’nin başkası ile evlendiğini duyunca ne yapacak acaba” diye düşündü. Gelinin ne kabahati vardı, on sene yolunu beklemişti, herkesler öldüğüne inanmıştı. “Daha fazla beklemenin faydası yok, başkasından duyacağına benden duysun, Allah’ın takdiri böyleymiş, elden ne gelirdi ki” diye düşündü. İdare lambasının cılız ışığı altında, iyice zayıflamış gibi gel- di oğlu. ‘Şimdi söylersem uyumaz, en iyisi sabah söylemek’ diye aklından geçiriyordu ki:
– Ano, dedi İshak,
– Şehro’yu akşamdan beri göremedim, köyde değil mi?
Artık saklamanın faydası yoktu, on sene yolunu beklediğini, ölüm haberi gelince baba evine gittiğini, daha doğrusu kardeşlerinin gelip götürdüklerini, iki sene evvel evlendiğini, iki çocuğunun olduğunu, gitmemek için ağlayıp çırpındığını, köyde çıkarılan dedikoduları, kocaya vardıktan sonra bile yaylaya gelip gidenlerden haber sorduğunu anlattı.
– Allah’ın takdiri böyleymiş oğul, elden ne gelir, ben sana köyün en güzel kızını
alırım. Haydi, yat artık, dedi.
Yarısı boşalmış süt tasını alıp yavaşça çıktı. İdare lambasının gazı azalmış, sarıya çalan alevi titremeye başlamıştı. Sırt üstü uzandı yatağa. Üstünü başını çıkarmayı canı
istemiyordu. Sabaha az kalmıştı. “Sabah ola hayrola” dedi. Gözü duvarda asılı beşli mavzer tüfeğine takıldı. Şehri’nin hayali kapıdan girivermişti. Gözlerini yumdu. Yüreğinin tam ortasına bıçak saplanmış gibiydi. Kalbi yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyordu. Kalktı, çoraplarını giyip, duvardaki mavzeri aldı, namlıya fişek sürdü, kimseye duyurmadan, bir kedi sessizliği ile evden çıktı. Şafak atarken yola koyuldu.
Şetaret Turan Anlatıyor:
“İshak Amca İstanbul’da doktora gelmiş, ameliyat demişler. Oğlu bizim eve getirdi. O zaman Cerrahpaşa Hastanesi’ne yakın bir yerde oturuyoruz, evimiz bir göz oda. Buyur ettim, misafirim oldu. O zaman onun ağzından işittim. On sene esarette kalmış, askere giderken Şehri Bibi ile altı aylık evliymişler. On sene sonra çıkıp gelmiş ki öldü diye karısını Ortasökü’ye vermişler. Geri almak için Ortasökü’ye gitmiş, Şehro Bibi çocuk sırtında ayakta ayran çalkalıyormuş, İshak’ın sesini duyunca camdan bakmış, “Şehro seni almaya geldim” demiş. Şehro Bibi’nin iki çocuğu var, biri beşikte biri sırtında, evde erkek yok, kapıyı kilitleyip içerden yalvarmaya başlamış. “Benim kaderim böyle yazılmış, sen benim, ben senin bundan sonra dünya ahret kardeşim ol, beni çocuklarımdan ayırma ne olur, kimse görmeden git” demiş.
“Ağlamasına dayanamadım, kaderime razı olup geri döndüm” diye hem konuştu, hem gözlerinden yaşlar akıttı.”
İshak’ı Akhasan’ın kızı Havva ile everdiler. Çocukları torunları oldu. Uzun bir
ömür sürdü.
Şehri bütün ömrü boyunca İshak’ı unutmadı. Soyadı kanunu çıkınca İshak’ın soyadı olan “Yıldıran” adını benimsedi. Adını soranlara Şehriye Yıldıran diye cevap verirdi. Cenazesi vasiyeti üzerine Hamidiye köyünde toprağa verildi. Seferberlik çok ocaklar söndürdü, ölenler unutuldu. Ama unutulmayan tek bir şey vardı. Şehri ile İshak’ın hazin öyküsü.’
Hüseyin Akın
(Kastamonu’nun Çanakkale Kahramanları Kitabından)