Kurbânda Ümmeti Düşünmek (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
Rabbimize yakınlaşmamıza vesile olacak bir kurban bayramını daha idrâk ediyoruz. Kurbân, kendisiyle Allah’a yaklaşmayı murâd ettiğimiz her şeydir. (İbn Manzûr, Lisânü’l-arab, I, 661)
Önceki ümmetler, sığır, koyun ve deve kurban ederek Allah’a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu ümmetin de yaklaşmasına vesile olacak işler vardır. Namazla, oruçla, zekâtla da Allah’a yaklaşırız. Müminler, cihad meydanında kanlarını dökerek de Allah’a yakınlık kesb ederler. “الصّلاةُ قُرْبانُ كلِّ تَقِيٍ/Namaz, her takvâ sahibinin Allah’a yaklaşma vesilesidir” denilmiştir. (Suyûtî, Câmiu’s-sağîr, II, 64)
Hadiste “cumaya ilk giden deve kurban etmiş gibidir” buyrulmuştur. (Buhârî, Cumua, 4) Bayramda en çok ümmet-i Muhammed’in durumu hatırımızı ve tefekkürümüzü celp ediyor. İslam coğrafyalarında yaşanan sancılar kalbimize hüzün veriyor. Yeryüzünde kamerî zilhicce ayının onuncu günü ile takip eden üç günü kurban bayram günü olarak kabul eden tek topluluk Müslümanlardır.
Peygamberimiz zamanında ramazan ve kurban bayramları açık alanlarda kılınıyordu. Abdullah b. Abbas (r.a.), Hz. Peygamber’in bayram namazı kıldırdığı açık alanı tarif etmiş ve ashâb-ı kirâm’dan Kesir b. Salt’ın evinin yanındaydı demiştir. (Buhârî, Îdeyn, 18) Buradan şunu anlıyoruz. Namaz kılınacak yer belli idi. Bu mekân kapalı bir alan değildi. Herkes nerede kılınacağını biliyordu. Bayram yerine kadınlar ve çocuklar da geliyordu.
Medeniyetimizde musalla geleneği de bulunmaktadır. Birçok ilimizde tarihimizdeki bayram yerleri hâlen bilinmektedir. Açık alanlarda ve yaşlımızla kadın ve çocuklarımızın tamamı ile idrâk edip yaşadığımız bir bayram iklimini kaybetmişiz. Hadiste “Müslümanların derdiyle dertlenmeden yeni bir güne erişen onlardan değildir” buyrulmuştur. (Hâkim en-Nîsâbûrî, Müstedrek, IV, 352)”Kurbanda ümmeti düşünmek ne güzel ve ulvî bir faaliyettir. Ümmetin derdine yanmak hüzünlü ama güzel bir iştir.
Bayramlaşmada büyüklerin küçüklere söylediği güzel bir söz vardır. “Nice bayramlar göresin” derler. Herkesin göreceği bayram sayılıdır. Ömrümüzün vefâ ettiği kadar bayram görebileceğiz. O halde İslam’ın emâneti, ümmetin sorumluluğu bizden sonraki nesillere kalacaktır. Bayramda “nesil yetiştirebildik mi?” sorusu kafamızı daha çok meşgul etmelidir.
Ümmetin fiili sıkıntılar ihtiva eden meseleleri var. Müslümanları kendi kültürlerinde eritmek için fiilî güç kullanan ülkeler bulunmaktadır. Bu coğrafyalarda yaşayan kardeşlerimiz için bu bayramda hususi duâmızı yapacağız. Bununla birlikte çocuklarımızın menfi değişimden etkilenmemesi, içtimâî değişimin müspet yönde sürdürülmesi hususu, gayret-i dîniyyemizi celp etmesi gereken bir konu olarak hep önümüzde duruyor.
Sosyal güvenlik için çocuklarının İslam dışı kültürde eritilmesini de göze alarak Batı’ya yapılan göç de hüzün verici bir hakikat olarak önümüzde duruyor. Batı’ya dil öğrenme ve akademik unvan için seyahat de ümmet penceresinden baktığımızda hüzün vericidir. İnsan kaynaklarımızın devşirilmesine sessiz ve seyirci kalmak, bir şeyler yapamamak içimizi kanatmaktadır.
Eğitim amaçlı göçün Müslümanların kendilerine özgüvenlerinin yüksek olduğu yüzyıllarda olduğu gibi tersine olması gerekirdi. Onlar bizden dil ve nezâket alsın. Bilgi gücün ikiz kardeşidir. Güç neredeyse oraya gitmesi kaçınılmazdır. Bir şeyler üretmek için gerekli olan bilgi birikimlerinin, Batı’ya doğru yapılacak eğitim seyahatleriyle elde edileceğini düşünmek, müstemleke rüyası veya şehir efsanesi gibi bir şey olsa gerektir.
Geçtiğimiz günlerde eğitime destekle ilgili bir toplantıda katılımcıların dert yanmaları dikkatimi çekti. Bir arkadaşımız “neslimiz elimizden kayıp gidiyor, buna karşılık biz fasit bir dâirede debelenip duruyoruz” dedi. İslamî hassasiyetleri taşıyanlar, nasıl bir içinden çıkılması zor daireye düştü? İmam Hatipler’in bugünkü hâli gönlümüzden geçeni tam aksettirmez oldu. Eski hassasiyetler kalmadı. Kızlar annesine, ninesine erkek çocuklar babasına, dedesine benzemez oldu. Hani merhum Âkif’imiz ne güzel söylemiş:
İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum Nevruz?
Ne çok söyle, ne büyük söyle, yiğit işte gerek
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme
Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ceddine çek.
Çocuklarımız ceddine çekiyor diyebilir miyiz? Değerlerimizi çocuklarımıza, torunlarımıza intikal ettiremez olduk dersek yanlış mı söylemiş oluruz? İnsan hayâtı münasebetlerden oluşur. Allah’la münasebet, devletle münasebet, insanlarla münasebet. Biz hayatımızın akışında şu ayarları yapmakta zorlanıyoruz. Dinimizle münasebetimiz ile devletimizle olan münasebetimizin ayarını kurabilmemiz gerekiyor.
Dinimiz helâl dâiresinde bir hayat yaşamamızı istemektedir. Helâl konusu sadece gıdâ ile alakalı bir konu değildir. Kadın erkek ilişkilerinde helâl çizgisine riâyet gerekmektedir. Mesela helâl giyim meselesi en az helâl gıda kadar önemlidir. İnsanların giydikleri kıyafet hayatın şeklini belirlemektedir. Giydiklerimizle biz topluma da bir mesaj vermiş oluruz. Göze hitap eden her şey bir mesaj da taşır. İslâmî kıyâfet, toplumda dinin tezahürüne de katkıdır.
Devletimiz bizden kanunlara uymamızı istemektedir. Bazen kanunların uygun gördüğü iş ve davranışlar dinimize uymamaktadır. Kanunlar soyunmuşluğu, zinayı, fâizi, içkiyi helâl görebilir. Helâl olan ile yasal olan arasındaki uçurum arttığında insanların dinleri ile devletleri arasındaki münasebetlerinde ayar yapmaları fevkalade zorlaşmaktadır. Ez cümle Rabbimizin isteğine itaat ile devletimizin isteğine itaat arasındaki dengeyi tutturmakta zorlanıyoruz.
Kamu istihdamı ile özel sektör istihdamı arasındaki dengeyi tutturamıyoruz. Mesela yüz elli bine yakın din görevlimiz bulunmaktadır. Şu soruyu soralım. Bu kadar din görevlimiz toplumda ne kadar müessir olabiliyor? 70’li yıllarda sayıları otuz bin yahut kırk bin kadar iken daha müessir idiler. Kamuda din görevlisi istihdamının artması dindarlaşmayı artırmadı. Kamuda ilahiyat mezunları istihdamının artması dindarlaşmayı artırmadı.
“Dini olan” ile “milli olan” arasındaki dengeyi tutturamıyoruz.
Hz. Peygamber ashâbı ile birlikte Medine’ye hicret ettiğinde orada iki topluluk bulunmakta idi. Evs ve Hazrec İslam öncesinde birbiriyle vuruşan, aralarında kanlı bir tarih geçmişi bulunan iki kabile idi. Hz. Peygamber onlara “biz” dedikleri zaman tüm Müslümanları kapsayacak şekilde bu kelimeyi telaffuz etmelerini öğretti. “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Tirmizî, “İsti’zan”, 1) hadisinde geçen “birbiriniz” ifadesinin kapsamına kimler girmektedir? Kanaatimize göre burada bütün Müslümanlar kastedilmektedir.
Günümüzde “biz” denildiği zaman bırakınız iki milyar Müslüman âlemini, devletimizin hudutları dışındaki soydaşlarımızı bile dâhil etmeyenlerimiz var. Dinimiz “biz” derken Hz. Muhammed’e kendini ait hisseden herkese şâmil olacak şekilde bu kelimeyi telaffuz etmemizi istemiştir. Dini duygularımız ve milli duygularımızla bir bütünüz. Ancak şu var ki bazen milli duygular biz farkına varmadan dinin yerini tutabiliyor. Manevi vatan demek olan din kaybedilirse maddî vatanın da muhafazası zorlaşacaktır.
Yaşı genç olanlar hatırlamaz. Vaktiyle senenin birinde Çanakkale şehitlerini anmak için bir gemi yolculuğu düzenlenmişti. Bu gezide dinimizin kabul edemeyeceği ve tasvir etmek bize yakışmayan günahlar işlenmişti. Dindarlığını kaybetmiş bir topluluğun Çanakkale ruhunu ihyâ etmesini beklenebilir mi? Rabbimizin kabul edemeyeceği ve İslam’ın kırmızı çizgileri anlamına gelen o günahları işleyenler mi gerektiğinde vatanı savunacak?
Görsel olanla fiili olan arasındaki dengeyi tutturmada önümüzde engeller bulunmaktadır. Tribünlerde olmakla sahada olmak arasındaki dengeyi tutturabiliyor muyuz?
Üretilmiş çok laf, yetiştirilmiş çok güzel insan gibi bir sonuç doğurmamaktadır. Kitlelere İslam’ın tanıtımını yapmakla, birebir insan yetiştirmek arasındaki dengeyi tutturmak kolay değil. Modern araçları kullanırken “birebir insan yetiştirme” hedefimizden kopmamamız gerekiyordu. İslam’a sempati duymak yaşamak anlamına gelmiyor. İslam’ı sevdirelim ama onu yaşatmak için bir gayretin içinde de olalım.
Hz. Peygamber birebir ilgilenerek insan yetiştirdi. Biz insana yatırım ile maddi geleceğimize yatırım arasında bir denge kuramıyoruz. Çocuklarımızın geleceğini, kendi maddi geleceğimizin önüne geçirmeliyiz.
Çocuklarımızın geleceğini de dünya ile sınırlı tutmamalıyız. Hâlbuki asıl gelecek ahiret geleceğidir. Nebiy-yi Muhterem’in Ahzâb gününde ashâbı ile hendek kazarken gösterdiği “gelecek”, ne kadar âlî ve mânidardır: “Allah’ım asıl hayat ahiret hayâtıdır, ensâra ve ve muhâcirlere rahmet eyle”. (Buhârî, Rikâk, 1) İmam Buhârî’nin bu haberi anlattığı Sahîh’inin Rikâk bölümündeki başlık şöyledir: Sağlık ve boş zamanın önemi ile asıl hayatın ahiret hayatı olduğu hakkında gelen haberler. Buradan şöyle bir mânâ çıkarmak mümkündür: Asıl hayatın âhiret hayatı olduğunu unutmadan, sağlığımıza ve boş zamanı değerlendirmeye önem vermeliyiz. Çocuklarımıza maddi hedefler gösterirken “asıl hayat âhiret hayatıdır” şuurunu da vermeliyiz.
Bu bayram âl-i Muhammed’in bayramıdır. Hz. Muhammed’in yolunda giden herkes âl-i Muhammed’dir. Hz. Muhammed’e âit hisseden herkes de ümmet-i Muhammed’dir. O (s.a.s.), havuzunun başında bizi bekleyecektir. Huzuruna ak bir yüzle çıkmamız şimdi yapmamız gerekenleri iyi tespit etmemizle alakalıdır. Kurbanda ümmeti düşünmek güzeldir ve bizi Allah’a yaklaştıracaktır. Rabbimiz ümmet-i Muhammed’e silkinmeyi, üzerinde görünmeyen zincirleri kırmayı ve istikbalini eline almayı nasip eylesin. Amin.
Not: Bu vesile ile tüm okuyucularımın kurban bayramını; en samîmî duygu, duâ ve niyâzlarımı katarak tebrik ederim. Yazılarıma ilgi gösterip okuyan, yorum yazan tüm kardeşlerime samimi teşekkürlerimi bildiririm