Deprem Demokrasi ve Ahlak (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
Siyasi tansiyonun yükseldiği bir zaman diliminde asrın felaketi kapımızı çaldı. Ellerimiz duâda, gönüllerimiz Rabbimize ilticâ halinde rahmet tecellilerini beklediğimiz ramazan ayına hazırlanırken, sağlıklı düşünüp aklıselimle hareket etmemize imkân verecek bir zihin ve ruh iklimini arıyoruz. İçinde bulunduğumuz yıl içinde seçimler de olacak.
Dikkatimi şu çekti: Mütedeyyin camianın siyasete karışmışları, demokrat kelimesini rahatça Müslüman ile birlikte kullanabiliyorlar. “Müslüman demokrat” tabiri eskiden kulaklara bu kadar cazip gelmezdi. Bundan yirmi otuz yıl evvel ‘İslam demokrasi ile uzlaşır mı?’ sorusu sorulurdu. Bu mesele hararetli tartışmalara neden olurdu. Şimdi ise İslamî duyarlılığı yüksek olanlar bile demokratlığı kimseye bırakmıyor. Hayret, müesseseleşme mazisi iki yüz yılı bile bulmayan bu kelime/kavram, ne olupbitti de herkesin olmazsa olmazı haline geldi? Demokrasinin bir yönetim biçimi olmasının ötesinde felsefî bir boyutu da var. Bu bizi çok da alakadar etmiyor. Teorik bir konudur; ilgilisi, erbâbı kendi arasında usulüne göre tartışır. Seçime giden bir ülkede demokrasi, pratik hayatta ne anlama geliyor?
Lafı eğip bükmeden demokrasinin gündelik hayatımızda ne anlama geldiğini açıklamamız gerekiyor. Bir yandan da “ahlâk sorunu var” söylemi tekrar edilerek dindarlığın önemli olmadığı vurgulanıp duruyor. Din, statükoya göre zayıf ve cılız olduğu için her önüne gelen ona vuruyor. Demokrasinin nasıl bir insan tipi yetiştirdiği ve ahlak üretip üretmediği üzerinde durulmuyor. Bu vurma işi, dindara vurma şeklinde gerçekleşiyor. Sanki dindar yetiştirme hedefi bulunan bir eğitim düzeni var(!) Muhafazakârlık ve dindarlık hep karıştırılıyor ve bundan en çok dindarlık zarar görüyor, dayak yiyor. Herkes yaptıkları ve yapacakları ile imtihandadır.
Küresel ölçekte ve pratik hayatta demokrasi insanda nasıl bir ruh hali oluşturuyor? Bu açıdan bakıldığında demokrasi nedir? Aslını sorarsanız demokrasi, devletin sırtından geçinmeyi becerme olarak nitelenebilecek bir realitedir. Bir hükümet gider, başka hükümet gelir. Ama bu sistemde oy verenler için daima hep “bir şeyler isteme” kapısı açıktır. Her hizmeti devletten isteyeceksin. Her konuda devletten yardım bekleyeceksin. Hükümet yardım ve desteğini yeterince göstermediğinde “indiririm hâ” diyeceksin. Hak etmeden bir şeyler istemenin ne kadar ahlakî olduğu ayrı bir konudur.
Kamu istihdamı nerede yoğunlaşmışsa oraya yönelmek âdet oldu. Mesela öğretmenlik mesleğini ele alalım. Diplomanızı almışsanız merkezî kamu personeli alımı sınavından da “daha iyi ezberlemeye dayalı” bir başarı göstermişseniz tadını çıkarırsınız. Hayata atılacak öğrenci açısından demokrasi, mavi yakalı değil beyaz yakalı olmayı tercih edebilme özgürlüğüdür. Mühendis bile olsanız kamuda masa başı işi tercih edersiniz. Bir nevi sırtınızı devlete yaslarsınız. Böyle yaptığınızda iş tulumu giyip sahada, arazide, fabrikada mesai yapmaktan kurtulmuş olursunuz. Beden işinden kaçabilme özgürlüğüne sahipsiniz. Üretimden, köylülükten, beden işinden uzaklaşabilme hürriyetine sahipsiniz. Üreten olmazsa yediğimiz gıdalar nereden soframıza gelecek diye düşünmeme özgürlüğüne de sahipsiniz.
Demokrasi, üniversite gençliğinin yılda sadece 28 hafta ders görüp, üç-beş sayfalık ders notlarıyla sınava girip diploma alıp en verimli olabilecek yıllarını uzatılmış ve sürdürülmüş tatil havasında geçirme imkânına sahip olmasıdır.
Pratik hayatta yer alan demokrasi, üretmediği gibi üretmeye talip de olmamaktır. Halka gösterilen müşahhas hedef, kamu istihdamına yaslanarak memuriyet kapmak veya sosyal yardımlarla geçinmek şeklinde tebarüz etmektedir. Çalışalım, üretelim, özel teşebbüsü güçlendirelim; alan el değil veren el olmaya çalışalım şeklinde bir hedef ulus devletin halkına ve gençliğine sunduğu bir hedef değildir. Bu hedef din gibi topluma ruh verecek bir normlar manzumesine devletin gerçekten sahip çıkmasıyla olabilir. Devlet insanına bir ruh vermemişse istihdam ettiklerinden ne bekleyebilir? Dinin ıskalandığı bu düzende memursan, görev tanımına giren işlerden daha fazlasını yapmaz, keyfine göre takılırsın. Vatandaş, bir iş için memur sıfatıyla kendisine geldiğinde ‘o konuya bakan arkadaş bu hafta izinli, yerine bakan kimse de yok’ diyebilirsin. Sırtını devlete dayadın mı bedava yaşarsın. Keyfine göre yaşar, keyfine göre gezersin. Memuriyeti elde ettikten sonra aldığı işin hakkını vermek tamamen ayrı bir konudur. Kişinin Allah’la olan münasebetine ve vicdanına bağlıdır. Devlet kapısında resmî işe başladığın gün, emekliliğini hesaplarsın. Çünkü emekliliğinde sabit bir gelirin olacak, çalışmayacaksın. Hele hele beden işinde asla çalışmayacaksın. Demokrasi beden işinde, tarlada tapanda çalışmama hürriyeti, köylülükten kopma, kentli ve elit olma özgürlüğüdür. Yeter ki devlete karşı ‘resmî söylemin kabul etmeyeceği’ düşüncelerin olmasın.
Köyleri boşaltmak, kentlere koşmak demokratik bir yaşam tarzıdır. Bağını bahçesini, hayvanlarını satıp kentte verilen her türlü işi yaparım diyebilmek bu hayat tarzının bir gereğidir. Demokrasi, “el-kâsibü habîbullah/Çalışıp üreten ve âile geçindiren Allah’ın sevgili kuludur.” düsturunu[1] arkasına atıp, devlete sırtını dayayıp hoyratça tüketme, gününü gün etme meziyetidir. Demokrasi; bir taraftan devletin gençlerini ayak işlerinde çalıştıramaması ve göçmenlerden işçi transfer etmesi, diğer taraftan “göçmenler bizi işgal edecekler” diye bağıran partilerin kurulabilmesidir.
Demokrasi, doktorluk, diş hekimliği, eczacılık gibi hangi bölüm “para getiriyorsa” çocuklarını ona göre yetiştirebilmendir. Bir veli olarak senin, Temel Öğretimin birinci ve ikinci kademesindeki çocuğuna Fen lisesi kazandırtacak okul arayışı içine girmendir. Orta öğretim kurumu olarak liseyi sadece “üniversite kazandırtacak okul” olarak görmendir.
Demokrasi, bir ülke gençliğinin üniversite öğrenim hakkını, hiçbir sorumluluk almadan tepe tepe ve özgürce kullanabilmesidir. Anne ve babanın oturduğu ilden kurtulup başka bir ilde kafana göre takılırsın. Demokrasi, bir genç kızın babasının yanında giyemeyeceği kıyafeti başka bir ilde üniversite öğrencisi olarak giyebilmesidir. Baba ocağında iken yatak odası dışında giyemeyeceği kıyafeti başka ilde sokakta giyebilmesidir. Kapanmak bir değer midir? Tesettürün bir değer olduğunu öğreten bir eğitim sistemi mi var? Demokrasi erkeklere ve kızlara serbest kıyafet ve serbest arkadaşlık hürriyeti sunmaktadır. Kadının sadece tesettürüne karışılabilir, soyunmasına karışılamaz. Kimse kimsenin hayat tarzına karışamaz. Şimdi âileler de artık demokrasiyi öğrendi. Umumi vasıtalarda âile efrâdı ile seyahat eden baba, önünde dudaktan öpüşen kimseler gördüğünde çocuklarının dikkatini pencere dışı ilginç manzaralara çekmeye çalışır. Çünkü kimsenin kıyafetine, öpüşmesine karışılamayacağını herkes bilir. Âile kurmakmış, çoluk çocuk sahibi olmakmış, değerlerini sonraki nesillere aktarmakmış, bunların hepsi demokrasi kültüründe uygulanabilir bir değer hüviyeti taşımamaktadır. Demokrasi, evlenip çocuk sahibi olmamak, sorumluluk almamak, bedavadan bir gelir kapısı bulup yaşama tıynetidir. Bu düzende âile kurmanın, dindarlığın ve ahlaklı olmanın bir değer olduğunun öğretilmesinde başarılı olunmamıştır. Buna karşılık gençlere, üretmeden tüketmenin öğretilmesinde başarılı olunmuştur.
Ahlak üretimi değer üretimi ile alakalıdır. Değerler de insanların tercihleriyle ilgilidir. İki birbirine zıt şey arasında kaldığınızda sizin açınızdan zor da olsa nasıl bir tercihte bulundunuz, sorusu önemlidir. Eskiden beden işinde çalışmak ve alnın terlemesi bir değerdi. Şimdi bedavadan para kazanmak, kısa zamanda helal haram demeden köşeyi dönmek değer haline geldi. Ahlak sorunu var, demeden önce kendimize ‘ahlaka ne kadar değer verdik ve bunu ne kadar dillendirdik’ sorusunu sormalıyız. Anne ve babalar “aman çocuğumla çatışmayayım, yoksa onu kaybederim” korkusuyla yatıp kalkmak yerine, dindarlığın ve ahlakın kendileri için vazgeçemeyecekleri bir değer olduğunu onlara hissettirmelidirler. Çocuğuna tüm seçenekleri sunmak demokratik tutumdur. Müslüman bir anne ve baba çocuğuna açıkça günah olan bir şeyi seçenek olarak sunamaz. Dindarlık ve dine kayıtsızlık, sorumluluk ve sorumsuzluk, ahlaklılık veya ilkesizlik seçeneklerinden karşımıza çıkan ve sonuç mahiyeti taşıyan tüm tezahürlere karşı çocuğumuzun da müşahede edeceği şekilde tutumumuzu belirlemeliyiz. Dindarlığa, sorumluluğa ve ahlaklılığa değer verdiğimizi, bunların muhalifi olan tutum ve davranışlara değer vermediğimizi, iyi gözle bakmadığımızı belli etmeliyiz. Buna “velâ ve berâ şuuru” diyebiliriz. “Sahip olduğum değerlerin yanında olursan, yanındayım; olmadığın takdirde canım ciğerim bile olsan seninle birlikte olamam” diyebilmemiz gerekir.
Kanaatimize göre devlet değer üretmez, değer üreten dindir. Dinin değer üretmesi ona yaklaşım biçiminizle alakalıdır, samimi olacaksınız. Samimi olmayı sadece vatandaştan istemeyeceksiniz. Devletseniz de samimi olacaksınız. Hukuk sisteminde dini, referanslardan biri bile olmaktan çıkarmışsınız. Yerine geçen hukuk düzeninin de caydırıcılığı kalmamış. Batı, ödev ahlakı ile sorunlarını çözdü deniyor. Batının ödev ahlakı olsa insan kaynaklarını sürdürebilirliği olur. Avrupa’nın insan kaynaklarını sürdürmesi kriz ve iç savaş çıkarttıkları İslam coğrafyalarından gelecek, asimile etmeye elverişli göçmen kökenli insan kaynaklarına bağlıdır. Onların ödev ahlakı, aldıkları eğitim ya da içsel donanımdan değil caydırıcı kanunlarını vaktiyle üretmiş olmalarından ileri geliyordu. Biz o treni kaçırdık. 80’li yıllarda küreselleşme sürecinde, uluslararası sözleşmeleri kabul etmek zorunda kalmamız “caydırıcı kanun” çıkartabilme kabiliyetimizden de vaz geçmemiz sonucunu doğurmuştur.
Depremde on binlerce insanımızı kaybettik. Yaralarımızı sarıp, etkilenen kardeşlerimizin tam anlamıyla normal hayata dönmeleri elbette zaman alacak. Ama hayati soru şudur? Türkiye eğitim ve medya düzeni olarak deprem öncesi dönemden hiçbir değişiklik olmayacak mı? Dindar nesil yetiştirme ibaresi Milli Eğitim bakanlığı vizyon belgelerine ne zaman girecek? Bağımsızlığı zedeleyen uluslararası sözleşmelerden ne zaman tam olarak çıkılacak? Kadına yönelik şiddeti önleme değil, şiddet konusunda kendini uluslararası denetime açma sözleşmesi demek olan İstanbul Sözleşmesi’nin alt yapısını kuvvetlendirmek ve gerekçelendirmek için faaliyet gösteren haber programcılığına ne zaman dur denilecek? Siz halka iyilik değil kötülük ediyorsunuz denilmeyecek mi? Şiddet ve cinayetleri kare kare göstermeniz kötülüklerin daha çok artmasına neden oluyor, yasaklıyoruz denilmeyecek mi? Bağımsız bir ülke olmadığımızın en büyük göstergesi olan, resmi adalet mekanizmasını hiçe sayıp kendini savcı yerine koyan, ekranlarda medya mahkemesi kuran küreselci güçlerin etki ajanlarına yine demokratik gerekçelerle fırsat verilecek mi? Böyle bir ülkede kötülüklerle başa çıkılabilir mi? Böyle bir ülkede aileyi, mahalleyi ve toplumun tabii dinamiklerini güçlendirici faaliyet yapılabilir mi? Sadece hukuk düzeni açısından değil, medya ve iletişim araçları açısından da bağımsız olduğumuz söylenebilir mi? Uluslararası sözleşmelere meşruiyet alanı açmak ve onların daha da perçinlenerek bize hükmetmesini sağlamak için özel olarak kurulmuş medya yatırımları devam mı edecek? Survivor, kırmızı oda ve kare kare cinayet yayını ve “medya mahkemeciliği” programları deprem sonrasında da devam mı edecek?
TÜİK pandemi dönemini de kapsayacak şekilde “ölüm nedeni ve cinsiyete göre ölümler” istatistiğini açıkladı. Cinayet sonucu öldürülen erkeklerin sayısı, cinayet sonucu öldürülen kadınların sayısından yine dört kat daha fazladır. Tablo şu şekildedir: 2018 yılında gerçekleşen 1139 cinayetin 942’si erkek(% 82) ; 197’si (% 18)kadındır. 2019 yılında gerçekleşen 810 cinayetin 629’u erkek(% 78) ; 181’i (% 22) kadındır. 2020 yılında gerçekleşen 990 cinayetin 830’u erkek(% 83); 160’ı (% 17) kadındır. 2021 yılında gerçekleşen 797 cinayetin 622’si erkek (% 78); 175’i (%22) kadındır.
Yine TÜİK verilerine göre bir yıl içinde toplam evlenenlerin sayısının aynı yıl içinde boşananlara oranı 2021 ve 2022 yılında % 31’dir. Bu durum yaklaşık her üç evlilikten birinin boşanmayla sonuçlandığını gösterir. Ortalama ilk evlenme yaşı 2022 yılında erkeklerde 28,2 iken kadınlarda 25,6 olmuştur. Yalnız yaşayan fertlerden oluşan tek kişilik hane halklarının oranının 2021 yılında %18,9’a yükselmesi de acı bir haberdir. Bunun anlamı şudur: 2021 verilerine göre 4 milyon781bin küsur kişi, oturduğu konutta yetişkin ve aylık gelir sahibi olmasına rağmen evlenmeyi tercih etmemekte, tek kişi olarak yaşamaktadır. Bütün bu tablolar, gençlerin giderek evlenmeden soğutulduklarını gösterir. İlk anne olma yaşında da keskin bir artış söz konusudur. Mesela doğumlarını 2001 yılında gerçekleştiren annelerin ortalama yaşı 26,7 iken 2021 yılında 29,1 olmuştur. İnsan kaynaklarımızın sürdürülebilirliği açısından ilk anne olma yaşının artması üzücü bir süreçtir.
İçtimâî hayatın adâletle devâmını ve ahlak inşasını sadece eğitimden bekleyemeyiz. Din hizmeti yapanlardan da bekleyemeyiz. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17. maddesi “18 yaş altı ülke gençliğini küresel iletişim araçlarına açma” ile ilgilidir. Söz konusu sözleşmenin 29. maddesi “18 yaş altı ülke gençliğini, uluslararası eğitim kurumlarına ve araçlarına açma” ile ilgilidir. Herhangi bir ülkenin bu maddelere çekince koyması, o ülke yöneticilerinin küresel güçlerin iletişim ve eğitim kisvesi altında yürüttükleri “tek tipleştirme” faaliyetinin farkında olduklarını gösterir. Küresel ölçekte bir tevhid-i tedrisat realitesi söz konusudur. Türkiye, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17, 29 ve 30. maddelerine çekince koymuş bir ülkedir. Bununla birlikte çekince koyduğumuz maddelerin yerini kendimize ait referanslarla doldurduğumuz ve değerlerimize uygun insan yetiştirdiğimiz söylenemez. Depremde yeterli ve kaliteli malzeme kullanılmadığından çöken binaların fennî mesulleri, ülkemizin demokratik okullarının mezunlarıdır. İçinde yaşadığımız bu eğitim, hukuk ve istihdam düzeninin ahlak ürettiğini söyleyemeyiz. Kabul etmek zorunda kaldığımız uluslararası sözleşmeleri yırtmadan bağımsız olduğumuzu söyleyemeyiz. Küresel hukuk terörünün gölgesi altında gönüllerimize inşirah ve huzur verecek bir ahlak nizâmı tesis edemeyiz. İnsanların birbirinden koparılıp bireyleştirildiği, güvenin tahrip edildiği, hatır gönül duygusunun kalktığı toplum, maddi musibetlere da kapalı değildir. Netice itibariyle tüm dini değerlerin alternatifi gibi algılanıp yaşanan kültürel ve küresel demokrasinin ahlak ürettiği iddia edilemez. Çölün suya ihtiyacı gibi tüm insanlığın Allah karşısında samimi bir duruşa ve ilhamını semadan alan değerlere dönmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bunu yapmadıkları takdirde tüm insanlığın sonu hüsrandır.
[1] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân, V, 229