Azık Katma 1 (Yaşanmış Köy Hikayeleri)
Azık katmak mı? Bunu da ilk defa duyuyorum. Akşamları köye gelirken boyunlarında gördüğüm bez torbalar, azık torbalarıymış. Hemen heves ve heyecanla yükselttim sesimi.
Yarın bende hayvana geliyorum!
Azık katma nedir? Siz Hiç Azık Kattınız mı? Azık ne demek TDK? Azık düzmek ne demek TDK? Azık hangi dil? Azık nevale ne demek?
Eski Türkçe sözcüklerden biri olan azık kelimesi, Anadolu’da yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kişiye, çalıştığı yerde veya çobanlık ederken yemesi için hazırlanan yemeğe azık adı verilir. Kelimenin sözlük anlamı ise gıda ve besindir
Biletler alınır, pazaryerine otobüsle inilirdi. Daha önceki yazımda belirttiğim o meşhur Ford traktör teknesiyle bizi almaya gelirdi. Köye çıkar, ilk heyecanla harmana koşardık. Öğlene doğru bir vakit geldiysek köyde bir hareketsizlik olurdu. Adeta kovboy filmlerinde ki kasabalar gibi.
Biraz zaman geçince yorgunluğa yenilir, yaşadığımız hayal kırıklığıyla uykuya yenik düşer, bir yere kıvrılır uyurduk. Akşama doğru köyde hareketlilik artar, otlamaktan gelen hayvanlar ve çobanlar, sürüyle giden köpekler, bağda bahçede, tarlada uğraşan yorgun ve yanık tenli insanlar köyün içinde ses ve görüntü karmaşasıyla bir ahenk oluştururdu.
Akşam hava kararken Hoca köyünün harman stadyumunda hırslı bir maç başlar, ailesinin işi olup maça katılamayanlar büyük üzüntü yaşardı. Bugün üç beş ocağı zor tüten Hoca köyünde iki takımla maç yapılır. Seyirci bile olurdu bazen.
Topun kötülüğü veya arazinin uygunsuzluğu hatta esen sert rüzgârın oyunu bozması bile dert edilmezdi. Akşamları iyiydi. Futbol kadar saklambaç, ebecilik, körebe, kuka bir sürü oyunlar oynayacak çocuk olurdu köyde. Ancak gel gelelim gündüzler sıkıntılı. Ya yaşlılar var, ya da kadınlar. Vakit geçmezdi bir iki günden sonra.
Bu böyle bir ay gitmez dedim. Bu çocuklar nereye kayboluyor her gün? Ben kalktığımda kimse olmuyor. Koca eski evde çardaktan Karadağ’a bakmakla, köprüye yürüyüp akan çayı seyretmekle nereye kadar oyalanacağım?
Akşam olunca amca çocuklarına sordum. Siz nereye gidiyorsunuz?
-Hayvana.
-Erkenden mi?
-Evet.
-Zor değil mi? Sıkılmıyor musunuz?
-Aslında değil. Zaten fark etmiyoruz. Oyun oynayıp, çayda yüzüyoruz. Anlamıyoruz ki vaktin nasıl geçtiğini.
-E acıkmıyor musunuz? O zaman ne yapıyorsunuz?
-Acıkıyoruz. Yanımızda azık oluyor, ondan yiyoruz. Hatta azık katarız biz.
Azık katmak mı? Bunu da ilk defa duyuyorum. Akşamları köye gelirken boyunlarında gördüğüm bez torbalar, azık torbalarıymış. Hemen heves ve heyecanla yükselttim sesimi.
Yarın bende hayvana geliyorum!
Akşam, askerliğe gönüllü yazılmış edasıyla aldığım kararı açıkladım:
“Ben yarın hayvana gidiyorum”. Emin olup olmadığımı sordular. Tabii ki çok emindim. Tek sorun, bu cümlenin benim için sadece oyun ve arkadaşlar anlamına gelmesiymiş. Sonra anladım elbette azık katmanın sadece yemek yemek olmadığını.
Sabah erkenden kalktım ve akranım amcaoğullarım Dursun ile Ahmet’in peşine takıldım. Yer kapıda ki bastonlardan birini de elime aldım. Oldukça hazırım ya da ben hazırım sanıyorum.
Köyler o zamanlar oldukça canlı. Ahmet, Dursun, Dündar, İbrahim ilk aklıma gelenler ama belki de ondan fazla çocuk hayvanların peşinde. Bende usta bir çoban edasıyla onların yanında yerimi aldım.
Hoca köyünü bilenler için, genelde köyün alt tarından akan Akkaya çayının kenarına doğru gidilir. Hem kolay, hem otlu olur etraf. Lakin benim hesap etmediğim detaylar ortaya çıkmaya başladı. İstanbul’da oturduğumuz semt olan Bağcılar’ın gecekondu semti olduğu dönemlerde kovalayan köpeklerden kalmış köpek korkum. Meğer hayvanlarla birlikte giden çobanlar yalnız değillermiş. Her evde bulunan köpeklerde geliyormuş. Kimin olduğunu hatırlayamadığım bir köpek aşırı misafirperver çıktı. Her fırsatta bana hoş geldin deyip sarılmak istiyor.
Hayvanları önümüze katıp muhabbet sohbet eşliğinde yürüyoruz. Kah sağda solda kalan hayvanlar için kısa koşuşturmalar. Kah bostana girmemeleri için önlerine koşturmacalar eşliğinde ağır ama tatlı bir faaliyet benim için. Sürekli olarak köpekleri kontrol ettiğim ve uzak köşelerde durduğumu anlamışsınızdır. Bazen muzip köylü akranlarım aksi hayvanları çevirmek için beni gönderseler de, bende bu işin bir üstadı olarak bağırıp, sopamı sallayarak işlemleri yerine getiriyorum. Tek sorun hayvan geri dönerse ben ondan önce geri dönüyorum… Yok yok korkmak ile alakalı değil. Hayvan ürkmesin, sütü filan kesilir diye!
Bazı yerlerde kısa molalarla devam ederken, öğrendim ki Kılıç köyüne gidiyormuşuz. Köyümüze yürüme olarak 40-50 dk. Diyebileceğim bir mesafe. Mensubu bulunduğum, Ayangil-Osmanefendigil ailesinin, eski su değirmeninin olduğu bölge. Zaten çaydan biraz içeri girince de değirmenin yanı diyorlar. Önce sarı kaya bölgesinde biraz otlatacakmışız hayvanları. Burası nihai hedefe 200-300 metre var yok. Bu kadar stratejik ve planlı hareket etmemizin en önemli sebebi, buraların hayvanların otlatılmasına çok uygun olması. Yoksa sizin düşündüğünüz gibi yüzmeye uygun, derin ve geniş göletler olmasıyla hiiiiç alakası yok. Lütfen kalbinizi bozmayın!
Sarı kaya şöyle 3 katlı ev yüksekliğinde filan bir kayalık. Ancak rahat bir şekilde yürüyerek üzerine çıkılıyor. Hayvanları salıp, askercilik oynuyoruz. Hayali düşmandan kayanın üstünde ki kaleyi ele geçirip. Bayrağımızı dikiyor ve ödül olarak göle dalıyoruz. Türk askerinin gücünü göstermişken, İstanbul’da okuduğum bir çizgi romandaki Japon askerleri gibi “Banzai” diye bağırmamız çelişki gibi görülebilir. Aslında sadece çocukluğun oyun hali. Tüm çabamız hayvanların daha iyi otlatıp, süt verimini arttırmak. Yoksa kılıç köyüne neden gidelim?
Kılıç köyündeki göl daha uzun ve güneşli. Kalabalık çocuk grubu için, daha kolay oluyor suda oynamak. Fakat, her gölde ortak bir sorun var. Karnını doyuran Kömüşler gelip göle yatıyorlar. Sanki bizi duymuyormuşçasına ne kalkıyor, ne de tepki veriyorlar. Uzun zaman bizi gölsüz bırakıp keyif çatıyor kömüşler. İnek cinsi öyle değil. Onlar yiyip içip takılıyor bize işleri pek yok.
Unuttum sanmayın, köpeklerle köşe kapmaca devam ediyor. Hatta bir halka halinde sohbet ederken o misafirperver köpek beni epey kovaladı. Dündar, İbrahim, Dursun bağırıyor, çağırıyor beni durdurmak için. “Kaçma oyun istiyor, sen koştukça oda oyun sanıp koşuyor” diye ama ben hayatta kalma mücadelesi verirken hiç anlayamıyorum ki bu sözleri! Halka halindeki arkadaşlarımın etrafında dönüp durduk epey. Sonra biri gülme krizinden kurtulup köpeğe müdahale etti de hayatta kaldım!
Unutmadan birde arkadaşlarım hayvanları ayırt edebiliyor. Bana, şu sizin danayı çevir diyorlar. Zaten korkuyorum dana cinsinden. Ne biliyorsun bizim olduğunu? Diye soruyorum. Cevaba bak!
-Sizin dana işte. Görmüyor musun? Ala dana!
-Yahu bunların hepsi sarı, ala, kara
Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde hayvanları bir birinden ayırt edebiliyor ve normalmiş gibi bir de bana hava atıyorlar. İçimden kızıyorum. Bir şey diyemiyorum. Çünkü haklılar gerçekten biliyorlar.
Ben de onlara okuduğum çizgi romanlarda ki olay ve insanları abartarak anlatıyorum. Onların hayranlık ve dehşetle dinledikleri hikâyelerle intikamımı almış olmanın verdiği huzur bir başka. Ne yapalım? Afrikalı yerliler o kadar uzağa ve isabetli ok, mızrak atamıyorsa gerçek hayatta. Japonlar o kadar güçlü savaşçılar değilse? Onlar da bana gülmeselerdi. Sadece danayı ayırt edememiştim. Hepsi aynı gibiydi zaten.
Not: Sevgili dostlar, yazımızı çok uzun ve sıkıcı olmaması için ikiye böldük. Devamını da en kısa zaman da yayınlayacağız.
Selam ve muhabbetle….
Kastamonu Taşköprü Çiftlik Pazar Yeri
Harika yüreğinize sağlık devamını sabırsızlıkla bekliyoruz
O hayvanlar nasıl ayırt ediliyor hala anlayamıyorum 🙂 Anıları yad etmek güzel, her bir kelimesi çocukluğa taşıyor insanı. Devamını dört gözle bekliyoruz.
Yazıların okunması ve yorumlarınız ciddî anlamda teşvik edici. Teşekkür ediyorum
Sayın Kardelen ve Sayın Vareste
Ya ben seni çocukluğumda köyde hiç görmedim neden acep? Zaten görsem kovardık.. Hocaköyü- Kıran maçlarında oynamayan çocuk Hocaköylü değildir. Peki sen hiç oynamayı bırak 18 kişilik kadroya girmişmiydin hiç? Ayangili hatırlamayan yoktur ve unutanda yoktur. Çünkü sofraları orta yerden hiç kalkmazdı. Ama seni niye hatırlayamadım. Dursun ile Ahmet’i, Dündar, İbrahim’i Recep’i Mustafa’yı, Cafer’i, Erol’u, Bayram’ı, Yüksel’i hep hatırlıyoruz… Ancak yazıların çok güzel inşallah devamı gelir diye düşinüyorum. Köyleri unutmamamız gerekiyor. Ölen büyüklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Köyleri Hatırlattığın ve hayalletimizde canlandırdığın için tekrar teşekkürler.
Ertuğrul Bey lütfen panik olmayınız. Daha önceki pazaryeri yazımda da hatırlayamadığınız kısımlar olmuştu. Biz araştırıp, olayın belirttiğimiz gibi olduğunu tarih önünde ispat etmiştik. Değişmeyen tek şey bu konuda ki tespitimiz. Hatırlamayışınız yaş ile alakalı gibi geliyor bize. Malum yaşınız epey ilerledi. Biz sizin Taşköprüyü hatırlamanızı dahi yeterli sayıyoruz. Ayrıca her takımın klasmanı farklıdır malum. Sizinle aynı ligde top koşturmamız çok normal. Sizin maçlar bizim maçlardan önce olurdu. Malum genç takım A takım dan önce çıkar oynar. Onun gibi düşününüz.
Panik yok beyefendi. Temel sol bacağım ağrıyor diye doktora gitmiş. Doktor doğru dürüst muayene etmeden ihtiyarlıktandır amca demiş. Temel amca dayanamamış ve “ Sol bacağım ihtiyarlıktan ağrıyorsa sağ bacağım niçin ağrımıyor demiş. Diğer tüm akranlarını hatırlarken yaşlanmış olmuyorumdavseni hatırlarken mi yaşlanmış oluyoruz? Seni hatırlayamamamın nedeni senin yazlıkçı olmandan kaynaklandığını düşündüm. Kışın ayazını yemeyene biz Hocaköylü demeyiz. Turist gibi deriz
Ertuğrul Bey
İstirham ediyorum. Elbette hafızamızın kötü anıları sildiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Olsun. Sizden iyi futbolcuları hatırlamamanız çok normal. Beynin yapısı ve düzeni böyle. Kendinize yüklenmeyin. Sihhat ve afiyetinize dua ediyoruz efendim.
Bizde hayvan güttük ama hiç bu kadar güldürmemişti. Teşekkürler.