enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp

Sünnet ve Gelenek (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)

Geçen günlerde “sünnet ve gelenek” konulu faydalı bir program izlemiştim. Programda işlenen konuların mütalaasını bazı dostlarımla paylaşmıştım. Konu ile ilgili olarak “söz uçar yazı kalır” düşüncesiyle bu yazıyı kaleme aldım. Sünneti iyi anlamamız için önce kitâbı anlamamız gerekiyor. “Kitâbullah” ya da “el-kitâb” “Allah’ın kitâbı” demektir. el-Kitâb esas itibariyle Allah’ın yasası demektir.

Sünnet ve Gelenek (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)

Allah Teâlâ’nın tabîî, rûhî ve içtimâî yasaları vardır. Allah’ın yasalarını ihtivâ ettiği için Kur’an, el-kitâb olarak da adlandırılabilir. Allah’ın kullarından istediği dindarlığın temel noktaları kitâb/yasa’nın içinde bulunur. Yasanın içinde zıt kutupluluk da vardır. İman, küfür/inkârla vuruştuğu oranda tezahür ve tebârüz eder, daha iyi anlaşılır. Emredilenler, yasaklananlar, helaller, haramlar ‘yasa’nın alt başlıklarıdır. Bu başlıklar bize dindarlığımızı öğretir. O halde “el-kitâb”, Allah’ın kullarından istediği “dindarlık”, “es-Sünne”, Allah tarafından murad edilen dindarlığın ete kemiğe bürünmesi, hayata geçirilmesidir. Gelenekte insanlığın binâsı, içtimailik üzerine kuruludur. Bugün “bireyselleşme” olarak adlandırılan şey, dinin bu temel özelliğini dağıtmaya hizmet etmektedir. Sünnet, emr olunanların ferdî değil içtimâî olarak yaşanmasıdır.

Sünnet, İslam geleneğidir.  İslam geleneği ile geleneksel İslam farklı şeylerdir. İslam İslamdır. Geleneksel İslam, modern İslam diye ayrım uygun değildir. Ancak “İslam geleneği” tabiri uygun bir kullanımdır. Gelenek bir değerler ve anlamlar dünyasıdır. “Gelenek”, kadim zamanlardan intikal etmiş, tekvînî, tatbîkî ve fiilî vahiydir. Kur’an’da 68 yerde “min kablü/ من قبل” geçiyor. Bu kelime “bizden öncekilere” yani geleneğe işaret eder. 88 yerde ise “min kablike/ من قبل” “min kabliküm/ من قبل” “min kablihim/ من قبل” gibi zamirli olarak geçiyor. Gelenek “min kabl”lerin içindeki “mâ kabl”dir. Gelenek, Nebi (s.a.s.)’e nüzul eden vahyin mâ kablidir. İslami gelenek için “sünnet” tabirini kullanabiliriz.

Sünnet Hz. Peygamber’le başlayan ve onunla sona eren bir tatbikat değildir. Sünnetullah Allah’ın tarihe müdahalesidir. Bu müdahalenin kelâmî kısmı olan vahyin de geçmişi ve geleceği bulunmaktadır. Vahiy Hz. Âdem’le başlayan bir vetiredir. Tevhidin gelenekle sıkı bağı vardır. Dini anlamak için dili anlamak gerekiyor, özellikle arkaik bir dil olan Arapça’yı anlamak gerekiyor. Arapça yüzyılların hatta bin yılların birikimi olan hafızayı taşıyan bir dildir. Her kelimenin bir hikâyesi var, arka planı var. Mesela “el-hamdü lillah” Hz. Âdem’den kalma bir kelimedir. Hz. Âdem’e ruh üflendiği zaman, sarsıldı. Allah Teâlâ “elhamdü lillah” demesini öğretti. (Tirmizî, Tefsir, 94) İlk defa o, öğretilen bu cümleyi söyledi. Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e öğrettiği isimler olduğunu biliyoruz. (el-Bakara 2/31) Hz. Âdem’e öğretilen dildeki birçok kelime, bin yıllar içinde sonraki nesillere aktarıldı. Günümüzde çeviri kültürü üzerinden algoritmik bir “din okuması” yapılmaktadır. Din, âyet ve hadis tercümelerini ansiklopedi okur gibi okuyup, çıkarsamalar, yorumlar yapmakla anlaşılmaz. Din hayattır ve hayatın içinde anlaşılır.

Sünnetin Hz. Peygamber’in vefatıyla son bulmadığını söylemiştik. İmam Mâlik’in Muvatta’ adlı eserinin Ebu’l-Hasen Ali eş-Şeybânî nüshasında geçen “Müslümanların güzel gördüğü Allah katında da güzeldir, Müslümanların çirkin gördüğü Allah katında da çirkindir / ما رآه المؤمنون حسنا فهو عند الله حسن وما رآه المسلمون قبيحا فهو عند الله قبيح  ” hadisi (Muvatta’ I, 355) çok önemlidir. Bu hadis aynı zamanda sünnetin sürdürebilirliğine işaret eder. Sünnet, vahyin tesirlerinin nesilden nesile ve içtimâî zeminde sürdürülme nizamı, intizamı, tekevvünü ve teşekkülüdür.

Sünnetin içinde ayıklama mekanizmaları vardır. “Kim dini hususlarda yeni bire şey icad ederse kabul olunmaz/من أحدث في أمرنا هذا ما ليس فيه  فهو رد” hadisi (Buhârî, Sulh, 5) sünnete bir iç disiplin getirmiştir. Hadis sünnetin zabta geçirilmesidir. Sahîh-i Buhârî’nin İlm bölümünün 38. Bâbı “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmenin günahı” hakkındadır. Bu babda geçen “Kim bana bilerek yalan isnad ederse cehennemdeki yerine hazır olsun/مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ” hadisinin lafız farklılıkları olmakla birlikte manevi olarak mütevâtir olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Modernleşmeciler geleneği “geçmiş” olarak kodladı. Geleneği, “atalar kültü” gibi göstermek istedi. Bu, doğru bir değerlendirme değildir. Geçmiş dediğiniz zaman hayır ve şer adına ne varsa girer. Ama hayrı temsil etmeye çalışanlar her devirde olmuştur derseniz farklı bir bakış açısı sunmuş olursunuz. Geleneğe “atalar kültü” diyenlere şu âyeti hatırlatalım:

“İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabından kendisi sorumlu olacaktır.” (et-Tûr, 52/21) Bu âyette ne anlatılıyor? Dindarlığın bir nesilden sonraki nesle aktarımını istemek yanlış olmadığı gibi övülmeye layık bir tutumdur. Torunlarımız açısından bizler “geleneğin” temsilcileriyiz. Hz. Peygamber yanlış gelenekle mücadele etti ama kendisi de dosdoğru bir gelenek inşa etti.

Gelenekle en çok uğraşanlar şarkiyatçılar oldu. Şarkiyat çalışmaları sömürgecilik şartlarında doğdu. Hristiyan şarkiyatçılar, yaptıkları işi Hristiyanlık adına yapmadı. Yahudi şarkiyatçılar da yaptıkları işi Yahudilik adına yapmadı. Sömürgeci üst aklın, yaptığı işi meşrulaştıracak felsefeye ihtiyacı vardı. Hakkın değil de mutlak güç kullanımının felsefesinin yapılması gerekiyordu. Bu felsefe, mayasını ve menbaını çok hakikatçi antik Yunan’da buldu. İlahi olan ve ilahi menşeli olan her şeyin tasfiyesi üzerine bir dünya kuruldu. Bugünkü uluslararası metinlerin fikrî temellerinin atılmasında şarkiyatçılığın payı vardır. Arkeoloji, antropoloji ve bilim tarihçiliği sömürgeci düzenin sürmesi açısından işe yaradı. Yapılan uygulama dinin, ya ‘içinin boşaltılması’ ya da onu oluşturan değerler binasının tahribi idi. Liberal değerler yeni bir dindi ve bu dinde, önceki dînî toplulukların hiçbirinin dikkate alınır tarafı bulunmamaktaydı. İki örnek vereyim. Mesela Hollanda’lı şarkiyatçı Cristiaan Snouck Hurgronje’nin (1857-1936) Hristiyanlıkla bir alakası mı vardı? Gittiği ülkede Müslüman görünüp zavallı Müslüman kadınlarla izdivaç yapıp sonra da doğan çocuklarını inkâr yoluna giden ahlaki zaaflarla dolu bir kimse idi. Bütün hayatı sömürge rejimlerine, idare ettikleri Müslüman toplumların yönetimi ile ilgili tavsiye ve raporlar sunmakla geçmiştir. Bütün derdi Müslüman toplumların modernleşerek sömürge yönetimlerine problem olmaktan çıkmasıydı. Hayatının hiçbir safhasında dînî bir sâik ile hareket etmedi. Yaptıklarını Hristiyan dindarlığı adına da yapmadı. Bir başka örnek vereyim. Almanya’lı şarkiyatçı Abraham Geiger (1810-1874), çalışmalarını Yahudilik adına mı yaptı? Bu akademisyen,  geleneksel Yahudiliği tenkit için özel kitap yazmış bir kimsedir. İslam’ın menşeini dayandırdığı Yahudilikten kendisi de memnun değildir. Tamamen seküler bir kafaya sahiptir. Üç semavi dini geleneğin aynı menşee dayandığını iddia ettiği halde kendisi, söz konusu ettiği o menşeden ya da ‘öz’den memnun değildir. Şarkiyatçılık bir hakikat arayışı değil, fiziki sömürgeyi zihin dünyasına taşıma arayışıdır. Şarkiyatçılığa salt “içerik eleştirisi” yoluyla tepki vermek, bu alanda yapılan çalışmalara meşruiyet vermekten başka işe yaramamaktadır. Şarkiyatçılığı, müstemlekecilerin, yaptıkları işin felsefesini ve söylemini bilim kisvesi altında üretme ameliyesi olarak görmek gerekir.

Şarkiyatçılar en çok “İslam’ın tabiatını nasıl bozarız” diye çalıştılar. Mesela tevhid inancını gelenekten bağımsız ferdî bir Haniflik algısı oluşturup İslam’ı onun üzerine kurgulamaya çalıştılar. Hedefleri islam’ın “mâ kabli” ile bağlantısını koparmaktı. Sözde yerli modernleşmeci kafa, sırf âyet ve hadis tercümeleri üzerinden “din okuması” yaptığı için bu tuzaklara düştü. Dini, tercüme dili üzerinden okursanız hataya düşersiniz. Dini, iman edenlerin 24 saati 365 günü yani gündelik hayatları üzerinden okumanız gerekir. Bu gündelik hayatın geçmişinden bugüne nasıl intikal ettiğini de ihmal etmemeniz gerekir.

Modernleşmeciler, “İslam cahiliyeden birçok şey aldı. O halde bizde Batı hayat tarzından çok şey alabiliriz” diyorlar. Önceki peygamberlerden gelen tevhidi özün izleri cahiliye insanında vardı. İslam o tevhidi özü aldı. “خِيَارُكُمْ فِي الجَاهِلِيَّةِ خِيَارُكُمْ فِي الإِسْلاَمِ إِذَا فَقُهُوا/Câhiliye döneminde hayırlı olanlarınız, dinde fakih oldukları sürece İslam döneminde de hayırlı olanlarınızdır” hadisi(Buhârî, Enbiyâ,16) bu yüzden çok önemlidir. Modernleşmeciler mukaddesi dışlayan yeni hayat tarzını “yeni örf” olarak okudular ve ona meşruiyet vermek istediler. “Mukaddes” kişinin Allah’a samimi yaklaşması ve yakarışından neşet eden bir haldir. Kâbe, Safâ, Merve, Allah’ın mescidleri bunların hepsi birer şiârdır. Kudsiyet kişinin muhabbetullah ve marifetullah’da aldığı mesafeden tebârüz eder. Kutsallığın kaynağı dindarlıktır. Dindarlığın kaynağı da İnsanın yaratıcısı tarafından muhatap alınmasıdır. Hayatımıza yüklediğimiz her mânânın rabbimizle münasebetimize bakan bir yanı vardır.

Modernleşmecilerin asıl arzusu, dinin hurafeden ayıklanması değil “helal ve haram şuurundan” ayıklanmasıdır. Helalin haramın olmadığı din, kuru ve şeklî bir aidiyettir. Sekülerlik, haram diye bir şey tanımaz, dindarlığı inanç dünyası olarak görür. Son zamanlarda dindar yerine “inançlı” diye bir kelime türetildi. Bu kelimenin dindarlığı ifade etmediğini söylemeye bile gerek bulunmamaktadır. Dindarlık bir teori, dilek veya temenni değil, gündelik hayatın itikâdî, rûhî ve kalbî bir heyecanla müşahhas biçimde değişmesidir.

Bu arada sekülerleşme, dünyevileşme ile karıştırılmaktadır. Söz konusu olan, basit bir dünya sevgisi ya da dünyaya meyil falan değildir. Dünya sevgisi ve meyli herkeste olur. Yapılmak istenen, hayata mukaddesin olmadığı yeni bir anlam yüklemektir. İnsanda dünyaya düşkünlük olabilir. Bu duyguyu sınırlamak istediği halde başarılı olamayabilir. Sekülerleşme dünyevileşmeden farklı bir şeydir. Sekülerleşme “ilahi olanı” tatile göndermektir, dini bir kaynağa (referansa) dayanmadan hareket etmektir. İlâhî olanı tatile gönderme, Hz. Peygamber’in asrında müşriklerin yaptığı bir işti. İslam’ın ehl-i kitapla “bir arada yaşama” örfü olduğu halde müşrikle bir arada yaşama örfü bulunmamaktadır. Tevbe suresinin 5.  âyeti şirkin kendi ortamını oluşturmasına asla imkân vermez ve bu konuda kesinliği olan bir “tutum” düzenler. Şirk, Allah’ın ürettiği yasayı insanın ürettiği yasa ile değiştirmek veya eşitlemektir. Şirke rıza da münafıklık alametidir. Hz. Peygamber Yahudileri, İslam öncesi şirk düzenini destekledikleri için Cezîretü’l-arab’dan sürmüştür. Cahiliye müşriğinin üç özelliği vardı. Birincisi ölüm sonrası hayata inancı belirsizdi. Modern insanda da ölüm sonrası hayat akidesi belirsizdir. İkinci özellik zinanın helal sayılmasıdır.

Peygamberlik öncesi cahiliye insanı zinayı helal sayıyordu. Hz. Âişe (r.a.)’ın câhiliye dönemi evlilikleri ile ilgili meşhur rivâyeti bize, zinanın yaygın biçimde helal sayıldığını, haram kabul eden bir kesimin de bulunduğunu göstermektedir. (Buhârî, Nikâh, 37) Zinayı helal saymayan Yahudi topluluklarını kendilerine nazaran Allah’a daha yakın görürlerdi. Mesela büluğ çağına girmemiş küçük çocukları ölümcül bir hastalığa yakalanan kadınlar, samimi olarak Allah’a duâ eder ve çocuk iyileşirse Yahudi yapacaklarına yemin ederlerdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 126) Günümüzde modern değerler dizisi, zina dâhil her türlü ilişki ve eğilimi helal saymıştır. Cahiliye müşriği Allah’ın adının anılmadığı veya başkası adına kesilmiş hayvanları yiyebiliyordu. Modern dünyada yılan, kedi köpek yiyen topluluklar olduğu gibi hayvansal hiçbir ürün yememeyi tercih edenler de bulunmaktadır. Allah Teâlâ bize, hangi hayvanları nasıl keserek yiyebileceğimizi öğretmek için başlı başına bir sûre (En‘âm sûresi) indirmiştir. Câhiliye insanının Kâbe’yi çıplak tavaf etmesi de ilâhî kaynaklı bir giyinme standardına sahip olmadıklarının delili idi. Ahkâm-ı ilâhiye giyinikliğe bir ölçü getirerek mü’minleri disiplin altına almıştır. Günümüzde insan üretimi standartlar ortam oluşturuyor ve kapsama alanına gireni asimile ediyor. Gerçek şu ki modern değerler, “kitaplı” oluşun reddi üzerine oturmuş durumdadır. Kitaplı oluşun temel hususiyeti ilahi bir kaynaktan gelmiş helal ve haram tasavvurunun kabul edilişidir.

Bazıları İslam’ın reklam ve tanıtımını iyi yapamıyoruz diye dert yanıyor. İslam’ın tanıtımını onun özündeki değerlerden taviz vererek yapacaksanız hiç yapmayın. Tanıtım ve tebliğ farklı şeylerdir. Tebliğde içerikten taviz veremezsiniz. Tanıtımda ise, tanıttığınız şeyi sevimli göstermek için içeriği farklı tanıtabilirsiniz. İslam’ın kendisini olduğundan farklı tanıtmaya ihtiyacı bulunmamaktadır. İslam’ın modern değerlerle çatışan yanlarını saklayıp “barış” üzerinden “sevimli İslam” önerisi, ‘Ilımlı İslam’ düşüncesine götürmüştür. Ilımlı İslam mefkûresi, sekülerleşmeye rıza üzerine kuruludur. Sekülerleşmeye rızanın asr-ı saâdetteki iz düşümü “şirke rıza” halidir. Câhiliye döneminde şirkin önderleri toplumun bütün akışını yönetirken, çeşitli sebeplerle şirke rıza gösteren sessiz çoğunluklar da vardı. Büyük muhaddis İbn Hıbban (ö. 354/965),  Sahih’inde attığı bir başlıkta,  câhiliye dönemindeki “şirke rıza halini” nifâk saymış ve “nifâk varken sâlih amel fayda vermez” demiştir. (İbn Hibbân, Sahîh, II, 121) Modern dünyadaki “ılımlı İslam” tutumu, İbn Hibbân’ın tasvir etmeye çalıştığı tablodan çok farklı değildir.

Netice itibariyle sünnet, Allah’ın yasalarına uygun bir hayat yaşamaktır. Sünnet İslam geleneğidir, kitâbullah’a dayanır. Kitâbullah fıtrat standardıdır, yaratılış ayarlarıdır. Allah’ın yasalarını ve ayarlarını savunmak, tartışmak ve bu uğurda mücadele etmek gerekir.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.