Felaketi Anlayabilmek¹ (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
7.4 şiddetindeki deprem insanların gönüllerinde farklı şekillerde yankı buldu. Dini hassasiyeti olan kimseler bunun ilahi bir ikaz olduğunu, ders alınması gerektiğini söylediler. Dînî hassasiyet taşımadığı gibi taşıyanlara da tepki duyan bir kesim de “Dini istismar edenler, depremi de istismar ediyor” yorumuyla bir çıkış yaptılar.
Depremin şokları zihinlerde hâlâ canlı. Herkesin içinde bir takım sorular var. Acaba hangi hatamız vardı da Allah bize bunları verdi diye düşünenler olduğu gibi, depremde dindar kişilerin de öldüğünü ve bunu insanların yaptıklarına bağlamamak gerektiğini düşünenler de var. Başımıza gelen bu felaketi anlayabildik mi acaba? Onu yeterince ve sağlıklı biçimde yorumlayabildik mi?
Bugün insanların zihninde dindarlığın felaketle ilişkisi konusunda değişik değerlendirme biçimleri var. Dindar kişilerin dünyevi işleri de yolunda gider, onların başına felaket kolayca gelmez diye düşünen olduğu gibi dünya işlerini dini inançla değil, tedbir ve çalışma ile alakalı görenler de var. Şunu belirtmek lâzım. Dininin gereklerini yapan kişilerin ilahi bir ikaza muhatap olmayacaklarını sanmak yanlış. Allah’ın salih kullarına mutlaka yardımı vardır. Ama bu yardımı onların dünya malına boğulması, dünya ile ilgili bütün işlerinin yolunda gitmesi ve hiç bir tasa, keder görmemeleri şeklinde anlamamak gerekir. Büyük şahsiyetlerin önlerine dünya serilse acaba imtihan mı oluyoruz diye düşünürlermiş. Dünya bizim için kesinlikle ölçü değil, olmamalı da. Adı üstünde “yalan dünya”. Pek çok ayet dünyanın faniliğinden bahseder. Asıl hayatın öbür hayat olduğu anlatılır. “Siz dünya malını istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) ahireti istiyor”[1] denilir. Allah’ın en sevgili kulları olan peygamberlerin çoğu dünya hayatında büyük musibetlere uğramışlardır. Eyub (a.s.)’ın hastalıkla imtihanı Yusuf (a.s.)’ın zindanla imtihanı boşuna değildir. Fahr-i Kainat Efendimiz sevinci de hüznü de bir arada yaşadı. Bedir zaferinin sevinciyle Medine’ye dönerken kızı Rukiye’nin ölüm haberi kendisine ulaştı. Çok sevdiği annesi, dedesi, amcası ve altı çocuğunun annesi Hatice validemizi sağlığında kaybetti. Hazreti Fatıma dışındaki bütün çocuklarını da sağlığında kaybetti. İlahi davetin tebliği esnasında ne sıkıntılar çekti. Bunlar kolayca dayanılabilecek acılar değildir. Dolayısıyla Allah’ın sevdiği kulları dünyada hiç acı çekmez, dünyevi bütün işleri yolunda gider fikri yanlıştır. Depremde dini kayıtsız çok kişi vefat ettiği gibi, dindar insanlar da vefat etmiş olabilir. Din konusunda son derece duyarlı insanlar da bu felaket karşısında büyük acılar tatmış olabilir. İlahi planda her şey açık ve berrak. Sorun bizim düşünüş biçimimizde. Sorun bizim ölçülerimizde.
Kur’an-ı Kerim’de insanların tek başına dindar olmalarının yeterli olmadığına, topluma karşı da sorumluluklarının olduğuna işaretler var. Yüce Rabbimiz “İçinizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun”[2] buyuruyor. Eğer siz bir toplumda yaşıyorsanız, o toplumun sevinç ve tasalarını paylaşıyorsanız, o topluma karşı sorumluluklarınız da var demektir. Sizin tek başına dindar olmanız yeterli değil. Toplum da bazı kötülükler var, sizde onun karşısında sessiz ve kayıtsız kalmışsanız ilahi plan ve programda dindar olmayan insanlardan çok da farklı değilsiniz. Aynı toplumun insanısınız. Siz dine karşı biraz duyarlı olmuşsunuz, başkaları duyarsız olmuş. Ama bir toplumda yaşayan kişiler olarak ortak yanlarınız olmuş. Siz de o toplumun bir parçasısınız. O toplumun başına gelen bir felaketten siz de etkilenmek durumundasınız. Şu soruyu kendimize soralım: Yaşadığımız toplumdan kendimizi soyutlayabildik mi? Bu soruya
- [1] 1999 Marmara depremi münasebetiyle hazırlanan bu yazı, Şemseddin Kırış’ın “İslam’ın İstikbaline İnanmak” isimli kitabından alınmıştır. (s.201-209. Ensar Neşriyat, İstanbul 2021.)
- [2] Enfâl (8), 67.
- [3] Âl-i İmrân (3), 103.
verdiğimiz cevap olumlu bir cevap olmasa gerek. Çünkü yaşadığımız toplumla maddi – manevi o kadar güçlü bağlarımız var ki ayrı olmamız düşünülemez. Olaylara Kur’an’ın ortaya koyduğu çerçeveden baktığımızda şu doğruları bir yere not etmemiz gerekir. Yaşadığın toplumdan kendini tecrid edebiliyorsan bu senin bilinçli bir tercihindir. Bunu yapabiliyorsan yap. Ama yapamıyorsan topluma karşı görevlerini de yap. Kötülükler alenen işlenirken seyretme. Adam sende deyip geçme. Onu önlemek için elinden geleni yap. Rasûlullah (s.a.v) “Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilik eder kötülükten sakındırırsınız. Ya da yaptıklarınız yüzünden Allah’ın azabı size erişir. Ondan sonra dua etseniz de kabul olunmaz.”[3] buyuruyor. Yine Rasûlullah (s.a.v)’e Zeyneb binti Cahş validemiz “İçimizde salihler olduğu halde helak olabilir miyiz?” diye sorduğu zaman, Efendimiz “Evet. Kötülükler çoğalırsa neden olmasın” buyuruyor. [4]
Hz. Musa buzağı fitnesinden sonra kavminden 70 kişiyi seçerek Tur dağında Cenab-ı Hak ile daha önce vaatleştiği vakitte mükâlemeye gitti. Cenab-ı Allah’ın huzuruna bu kadar sayıda kişi ile gittiler ki yaptıklarına toplum olarak tevbe ettiklerini göstermiş olsunlar. Ancak içlerinden niyeti bozuk olan kişiler vardı. Kalplerinde maraz bulunan münafıklar vardı. Âniden bir zelzeleye yakalandılar. Hz. Musa şöyle dua etti: Ya Rabbi isteseydin bizi daha önce de öldürürdün. İçimizde ki beyinsizler yüzünden bizi helak mi edeceksin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Bununla sen dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirirsin. Sen bizim Mevlâmızsın. Bizi bağışla, bize acı, sen bağışlayanların en hayırlısısın.”[5] Bu ayette de belirtildiği gibi felaket anları fitne anlarıdır. Her kafadan bir ses çıkar. Herkes bir suçlu arar. Kimse suçu kendinde aramaz. Allah’a karşı gelmekte ısrar eden kişiler, kalbi hastalıklı kişiler olanlardan ders çıkarmak yerine işlerine geldiği gibi yorumlayabilirler. Son zamanlar da yaşadığımız felaketlerde de durum bundan farklı olmadı.
Târihçi İbn İshak, Siyer’inde Cahiliye döneminde yaşayan ve Peygamber (s.a.v)’in bi’setine erişemeden vefat eden bir şahsiyetten söz eder. Zeyd b. Amr’dır bu. Bu zat Hazreti Ömer’in amcası ve eniştesi Saîd b. Zeyd’in de babasıdır. Hayatı boyunca Allah’ın birliğini savunmuş, putlara ibadeti reddetmiştir. Bu hususta büyük mücadeleler verir. Nihayet baskılara dayanamaz. Dağlarda yaşamaya başlar. Toplumdan kendini tamamen tecrid eder. Cahiliye pisliklerine bulaşmadan “tek başına” bir hayat yaşar. Bi’set-i nebevî’den sonra imanla şereflenen oğlu Said ile yeğeni Ömer “Yâ Rasûlallah (s.a.) Zeyd’e istiğfar edelim mi?” diye sorarlar. Rashulullah (s.a.):
“Evet. Ona istiğfar edin, çünkü o, tek başına bir ümmet olarak diriltilecek” buyurur.[6] Rasûlullah (s.a.v) Tebük seferinde iken, sefere katılmayanlardan bazılarının ismi geçti. Ne zaman katılmayan birinin adı anılsa Rasûlullah (s.a.v) “Bırakın onu, eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ilhak edecektir; eğer hayır yoksa Allah onun şerrinden sizi koruyor demektir.” buyururdu. Ebu Zer (r.a.) devesiyle yola çıkmıştı. Ancak devesi yavaş gidiyor, geride kalıyordu. Ebu Zer dayanamadı. Deveyi bırakarak eşyasını sırtına aldı. Tek başına yaya olarak orduya yetişmeye çalıştı. Rasûlullah (s.a.v) ordusuyla birlikte bir yerde konaklamıştı. Müslümanlardan biri uzaktan birinin geldiğini gördü. “Ya Rasûlallah şu adam yürüyerek geliyor” diye haber verdi. Rasûlullah (s.a.v) “Ebu Zer olsa gerek” buyurdu. Yaklaşınca gelenin Ebu Zer olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Efendimiz “Allah Ebu Zer’e rahmet etsin. Yalnız yaşayacak,
[4] Tirmizî, “Fiten”, 9.
[5] Buhârî, “Menâkıb”, 22.
[6] A’raf (7), 155.
[7] İbn İshâk, Siyer (terc.), s. 175.
yalnız ölecek, yalnız diriltilecek” buyurdu. Yıllar geçti Ebu Zer çok sevdiği Rasûlullah (s.a.v)’i kaybetti. Ömrünün sonralarına doğru insanlara da küstü. Rasûlullah (s.a.v) zamanındaki haliniz böyle değildi, şimdi değiştiniz, dünyaya daldınız diyerek yaşadığı toplumla anlaşmazlığa düştü.
Rebeze’ye sürüldü. Toplumdan tamamen tecrid olmuş vaziyette kalan ömrünü tamamladı. Ölüm döşeğinde iken hanımına ve kölesine şöyle dedi:
-Ben öldüğüm zaman yıkayın, kefenleyin ve yol kenarına bırakın. İlk gelen yolcu kafilesine de bu Ebu Zerr’in cenazesidir, deyin. Dediği gibi yaptılar. İlk gelen kafilede Abdullah b. Mes’ud (r.a.) da vardı. “Bu Ebu Zerr’in cenazesidir” dediler. Abdullah b. Mes’ud (r.a.) ağlamaya başladı ve şöyle dedi.
-Rasûlullah (s.a.) ne kadar doğru söylemiş. “Allah Ebu Zerr’e rahmet etsin. Yalnız yaşayacak, yalnız ölecek, yalnız diriltilecek” buyurmuştu.[7]
Bu iki örneği niçin anlattık? Yaşadığımız ortamla problemimiz, anlaşmazlığımız varsa bunu belli etmek durumundayız. Yaşadığımız ortamla aramızda her alanda kopmaz bağlar var iken, oraya gelen felaket karşısında kendimize ayrıcalık aramayalım. Biz de o vasatın parçasıyız ve olanlardan sorumluyuz. Zeyd b. Amr da Ebu Zer’de yaşadıkları ortamla göbek bağını koparmış kişilerdi. Bunu yaptıkları için kınanmadılar. Bu kadarını yapmak ta bir erdemdi. Onların yaptığı ideal olan değildi. İdeal olan toplumun içinde kalıp mücadeleyi sürdürmekti. İnsanların en hayırlısı insan içine karışan ve onlardan gelecek eziyetlere sabredendi. İnsanların en hayırlısı iman edip salih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edendi.[8] Bütün bunlar ancak bir toplum ortamında yapılabilirdi.
Kur’an-ı Kerim’de “ümmet” kavramı var. Kur’an-ı anlamada anahtar kavramlardan biri. Ümmet sadece “inanç birlikteliği” anlamına gelmiyor. Öyle olsaydı İsrailoğullarının on iki kolundan her birine “ümmet”[9] denmezdi. Hristiyan ve Yahudilerin içinde de orta yolu tutmuş bir ümmetin (ümmetün muktesıdeh)[10] varlığından söz edilmezdi. Ümmet kavramıyla birbirine maddi ve manevi bağlarla bağlı ve birbirine karşı sorumlulukları olan toplumlar anlatılıyor. “Onlar bir ümmetti. Gelip geçti. Onların yaptıkları kendine, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorulmayacaksınız.”[11] buyruluyor. İbrahim tek başına bir ümmetti.[12] Çünkü yaşadığı ortamla kavgalıydı. O topluma alternatif olacak “Allah’ı birleyen” bir toplumun nüvesi kalbinde ve kafasında mevcuttu. Bir yandan içinde bulunduğu toplumun yanlışlıklarına karşı kavgasını sürdürürken, bir yandan da onlardan ayrı bir ümmet (toplum) olma idealini daima yüreğinde taşıyordu. Oğlu İsmail ile Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken “Bizden ve bizim zürriyetimizden sana teslim olmuş bir ümmet çıkar”[13] diye dua etti. Allah’a teslim olmuş bir ümmet olma idealini İbrahim de Yakub da ölüm döşeğinde iken çocuklarına vasiyet etti.[14]
Zeyd b. Amr, yaşadığı dönemde kafasına uygun bir ümmet (toplum) modelini bulamamış, yalnız başına bir ümmet olarak yaşamıştı. Rasûlullah (s.a.v)’in ifadesiyle tek başına bir ümmet olarak haşr olunacaktı. Ebu Zerri’l-Ğıfârî (r.a.) de yaşadığı dönemde Rasûlullah (s.a.v)’den sonra istediği kıvamda bir ümmet (toplum) modelini
göremeyince tek başına yaşamayı tercih etti. Yaşadığı toplumun sorumluluğunu almaktan imtina etti. O da tek başına bir ümmet oldu.
Felaketler insanların düşünmelerine, kendilerini yeniden gözden geçirip düzelmelerine vesile olmuşsa başa gelene fazla üzülmemek gerekir. Çünkü maddi kaybın yanında manevi kazanç da var demektir. Ataların dediği gibi bir musibet bin nasihatten evladır. Ancak musibetten ders çıkarmakta duru bir kafa yapısını gerektirmektedir. Yaşadığımız çağda insanın kafasını karıştıracak ve zihnini bulandıracak yeterince nesne var. Böyle bir ortamda sağlıklı düşünmek de kolay değil. Yaşadığımız felaket karşısında herkes kendi açısından gereken dersi çıkarmalı. Çıkaramıyorsa kendi düşünüş biçimini gözden geçirmeli. Kabahati bulmak için çok uzağa da gitmemeli.