Kutsal Devlet (Doç. Dr. Şemsettin Kırış)
Son zamanlarda sosyal medyada kutsal devlet metaforunu tanımamıza yarayacak ipuçlarına sık rastlar olduk. Bekâ meselesi ile meşruiyetin yan yana getirilmesinin ne kadar iyi tahlil edildiği şüphelidir. Ne yaptıksa bekâmız için yaptık dediğiniz zaman nasıl hesap vereceksiniz? İnsanları ikna edebilirsiniz. Yaptığınız icraatların tafsilatlı olarak gerekçelerini açıklamanız da gerekmez. Çünkü modern dünya şartlarının çerçevelediği ortamda yaşıyoruz. Bu asrın insanı modern devletin ne olduğunu bilmektedir.
Modern devlet ‘etkisiz hale getirme’ dâhil güvenlik için her çareye başvurabilmektedir. Haber bültenlerinde geçen ‘etkisiz hale getirme’ ifadesinin öldürme anlamına geldiğini artık herkes bilmektedir. Etkisiz hale getirmeler esnasında bazen kaza olarak nitelenebilecek olaylar da yaşanabilmektedir. Mesela Uludere olayı, kaza sonucu etkisiz hale getirmenin yaşanmasına örnek teşkil edebilir. Yürütmenin ipini elinde tutanların tüm yaptıkları devlet üst aklının icraatları olarak kayda geçmektedir. Son tahlilde herkes hesabını Allah’a verecektir. Öyle görünüyor ki sadece din değil devlet de kutsal üreten bir müessesedir. Devletin dine rakip olarak ‘kutsal üreten’ bir varlık gibi durması, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir alandır.
Zû Amr isimli Yemen’li bilge kişinin Cerir b. Abdullah (r.a.)’a söylemiş olduğu şu söz manidardır: “Siz Arab topluluğu idareciniz öldüğü zaman yerine bir başkasını getirebildiğiniz sürece hayır ve bereket üzere olursunuz. Ama iş kılıç kullanmaya varırsa, krallar çoğalır. Halk krallarının kızgınlığıyla kızar, hoşnutluğu ile hoşnut olur.” (Buhârî, Meğâzî, 61) Sahih-i Buhârî’deki bu kayıt, devlet olma refleksi hakkında tefekkürümüze hikmet incileri sunmaktadır. Devlet olmak bir toplum için idarecisini yenileyebilme kabiliyetidir. Ama işler her zaman öngörüldüğü gibi gitmeyecektir. O halde devlet aslında insanın içtimâî bir imtihanıdır. İmtihan çeşitleri her insan için iktidarda olmak ile muhalif kanatta olmak arasında gidip gelmektedir.
Din adına kendini kutsal ilan edenin nasıl yanlışlara düşebileceğini medyada bolca görebiliyoruz. Güvenlik ve bekâ adına devlet organlarınca yapılan tüm uygulamaları kutsal ilan edenleri aynı oranda görebiliyor muyuz? Bu soruya müspet cevap verebilecek verilere sahip değiliz. Devletin icraatını kutsal ilan etmesi, dinin kutsal ilan etmesinden daha çetrefilli bir meseledir. Devlet adına güç kullanımı yapmak durumundasınız. Haksız yere bir cana kıyabilir misiniz? Mesela devletin derin katmanlarında iş yürütüyorsunuz. İçkiyi, zinayı, uyuşturucu ticaretini helal görebilir misiniz? Allah’ın haram kıldığı şeyleri devletin bekası şiarı altında kendilerine helal kılanlar, bir süre sonra birbirlerini vurmaya başlayabilir. Kur’ân’da buyuruluyor ki: “Haktan uzaklaştıktan sonra sapkınlıktan başka ne kalır?” (Yûnus 10/32) Dini çekip aldığınız zaman ne kalır ortada? Bir insanın kendini “dinî dokunulmazlık” zırhına büründürerek hareket etmesi ne kadar tehlikeli ise devletin de kendini sorgulanamaz bir dokunulmazlık zırhına büründürmesi o kadar tehlikelidir. Bir yandan kendini Allah’tan bir yetki almış gören kanaat önderi olarak kendini tanıtanları tenkit edeceksiniz. Diğer taraftan devletin “bekâ” için yapacağı icraatları ne şekilde olursa olsun meşru kabul edeceksiniz. Modern devletin bekâ gerekçesiyle yaptığı tüm icraatlar kutsal mıdır? Burada aynı şartlarda değerlendirilemeyecek bir durum da söz konusudur. Devletin bekâ gerekçesiyle yaptığı tüm uygulamalar, sadece kutsallık zırhına sahip değil aynı zamanda gizlilik zırhına da sahiptir. Oysa kanaat önderlerinin ve cemaatlerin tüm uygulamaları devletin istihbarat birimlerinin kontrolü altındadır.
İslam, ulusal bir devlet kurucusunun ismini referans alan ideoloji ile sentezlenebilir mi? Mesela işgalden kurtulduk diyoruz. Kurtulduk ama kimden ve nasıl kurtulduk? İşgalcilerin kıyafetlerini giyiyor, dilini konuşuyor, hukuk sistemini tatbik ediyor, eğitim sistemi ile çocuklarımızı yetiştiriyorsak ne kadar kurtulduğumuz tartışmalıdır. Devlet olduk diyoruz ama ne kadar devlet olduğumuzu da ayrıca düşünmek gerekir. Dünyada devlet olduğunu söyleyen çok yapı var ama gerçekte devlet olabilenler azdır. Devlet ile devlete benzeyen yapılar arasında fark olmakla birlikte ayırıcı birkaç husus dile getirilebilir. Devlet, iç dinamiklerle kurulur, milletin değerleri üzerine oturur. Devletin yedeğinin olmadığı doğrudur ama dinin de yedeği yoktur. Vesâyeti elinden alınmış din, fiilî ve ameli olarak varlığını sürdürebilir mi? Akraba, köy ve vatan sevgisi dinin vesâyeti altında neşvü nemâ bulduğunda nâmütenâhî güzellikler doğar. Fakat din, ideoloji haline dönüştürülmüş bir millet sevgisinin vesayetine terk edilirse başkalaşım geçirir bir başka şeye tahavvül eder. Tahavvül ettiği şeye dindarlık denemez belki dine saygı denilebilir. Tüm dini geleneklerin büyük bir meydan okumaya maruz kaldığı çağımızda gençleriniz için dindarlığı değil de dine saygıyı hedeflemeniz son tahlilde dinle ilgili hassasiyetlerinizden vazgeçmeniz anlamını taşır. Dinin yedeği yoktur. Dindarlık gitti mi bir daha geri gelmez. Din ile ilgili hassasiyetler gitti mi bir daha geri dönmez. Hz. Peygamber bir hadisinde “Kadınla malı, toplumdaki mevkii, güzelliği ve dindarlığı için nikâhlanılır. Sen dindar olanı seç bereket bulasın” buyurmuştur. (Müslim, Radâ‘, 53) Hadisin şerhinde dindarlığın dışındaki özelliklerin, birbirinin yerine geçebileceği ama dindarlığın yerini diğer üç özellikten hiçbirinin tutmayacağı belirtilmiştir. Vaktiyle ‘Andımız Metni’ ile ilgili yorum yapan ünlü bir şâirimiz şunları söylemişti: “Biz dinimizi vererek devletimizi aldık.” Sormak isterdim dinimizi verdik mi gerçekten? Bunu kabullendiğimizi ifade edebiliyor muyuz? Hâlbuki Rabbimiz “Ancak Müslümanlar olarak can verin” (Âl-i Imrân 3/102) buyurmuş. Bu âyetle bize ‘dininizden vazgeçmeyin’ denmiş olmuyor mu? Dinimizi verdiğimiz için neslimizin de devamı tehlikeye girmiştir. Türk neslinin devamı da dinimizi vermemekle alakalıdır. Son yüzyılda nüfus artışı ve insan kaynaklarımızın sürdürebilirliğinde tabir caiz ise Osmanlı’nın ekmeğini yemişiz. Geldiğimiz noktada nüfus artış hızımız 1.7’lere düşmüştür. 2042 yılında yaşlanma hızımızın Avrupa Birliği ortalaması ile aynı seviyeye geleceği konuşuluyor. Dinimizi verdiğimiz için bütün bunlar başımıza geldi. Önce bir devlet olalım da dinimiz nasılsa kurtarırız demekle olmuyor. Eğitim, hukuk ve istihdamla ilgili aldığınız kararlar sonraki nesillerinizi de bağlıyor.
Devlet kuranın saygınlığı tüm dünyada kabul görmüş bir teâmüldür. Bu teâmüle uymak gerekir. Ancak devlet kuranın ideolojisi ile İslam bütünleştirilecekse şu soruları da sormak gerekir. Devleti kuran, Müslümanları sevindirecek ne yapmış? Kanun yapımında İslam hukukunu da referanslardan biri olarak mı tanımış? Okullardaki dine meydan okuyan pozitivist eğitime son mu vermiş? Dilimizi, yazımızı, hukuk nizamımızı eski halinde mi bırakmış? Okullarda dinin gereklerini yerine getiren nesil yetiştirecek bir düzen mi kurmuş? Bütün bunların iyi düşünülüp tahlil edilmesi gerekir.
Merhum Seyyid Ahmed Arvâsî’nin Türk İslam sentezinin konuşulduğu günlerin üzerinden uzun yıllar geçti. Türk İslam sentezini savunanların bugünlerde esamisinin okunmaması anlamlıdır. Türk ve İslam’ın tevhîd edilmesi Osmanlı mirasının da red edilmemesi anlamını taşıyordu. Son yıllarda ülkücü olmanın ön şartı Atatürkçü olmak haline geldi. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra bu dönüşüm hızlandı. Türk İslam sentezinin revaçta olduğu yıllarda, Atatürkçülüğün İslam’la sentezlenmesinin mümkün olmadığı söylenirdi. Bir araya getirilmeye çalışılan bu iki tezin, yapısal olarak birbirine uymadığı ifade edilirdi. Son yıllarda hız kazanan zihinsel dönüşüm, kendini ülkücü olarak tanımlayanları Türk İslam sentezi idealinden uzaklaştırmakla kalmadı, Atatürkçülüğe yaklaştırdı. Mesela 80’li 90’lı yıllarda yakın tarihle ilgili resmi tarihe uymayan söylemler, hemen Atatürk düşmanlığı olarak algılanmazdı. Geçen günlerde yaşanan elim bir cinayet sebebiyle merhum Yavuz Bahadıroğlu’nun bir yorumu gündeme geldi. İlgili sosyal medya paylaşımını okudum. Merhum Bahadıroğlu, iddia edildiği gibi kimseye dil uzatmış falan değil. Sadece bir TV dizisinde işlenen tarih tezini sorguluyor. Bu sorgulama hemen Atatürk düşmanlığı ve karşıtlığı olarak algılanmış. Netice itibariyle Türk İslam sentezciliğinden Türkçülük ve Atatürkçülük sentezciliğine dönüşüm, tartışılması gereken bir süreçtir. Türk İslam ülküsü söyleminin üzerine bir sünger çekilerek nasyonalizm gibi bize yabancı bir ideolojiye dayalı bir duruş sergilemek sıkıntılıdır. Kanaatimize göre devleti kutsal görüp topluma nezaret etmekle görevli kişilerin tutum ve davranışlarında gizli hikmetler aramak, sıhhatli bir yol görünmemektedir.